Rivayete göre, bir Musab bin Ümeyr vardı. Musab bin Ümeyr Mekke’nin en varlıklı ailesine mensup, genç, yakışıklı bir delikanlı idi. İslama meyletmişti. Ailesi onu islamdan vazgeçirmek için mal vermemekle tehdit etti. Musab bin Ümeyr’in seçim yapması gerekiyordu. Bu dünyada yaşamasını kolaylaştıracak her türlü nimete: Safkan Arap atlara (=lüks arabalar), ince ipekten, parlak atlastan giysilere (=markalı giysiler)… sahip iken, Uhud Savaşı’nda genç yaşta şehid düştüğü zaman üzerini tamamıyla örtecek bir giysisi bile yoktu. Peygamber’in (a.s.) başucunda “Allah’ın Resûlü de şahittir ki, siz kıyâmet günü Allah’ın huzurunda şehîd olarak haşr olunacaksınız” diyerek bahsettiği kişilerden biriydi Musab bin Ümeyr. Sahip olduğu nimetleri peygamber’in kendisine verdiğiyle kıyasladı Musab bin Ümeyr. Musab bin Ümeyr fark etti ki, peygamberin verdiği sahip olduğu nimetlerin yanında çok çok daha fazla değerde. Yine rivayete göre, bir de Salebe vardı. Salebe beş vakit namazını Mecid’i Nebevi’de kıldığından dolayı Peygamber (a.s.) ona ‘mescid güvercini’ diye hitap ederdi. Salebe fakir, fakat varlıklı olmayı çok isteyen ve sürekli ”Allah bana mal verirse, verdiği malı O’nun yolunda tasadduk edeceğim” diyen biriydi. Günler geçti devran döndü, Allah Salebe’ye çok istediği malı ihsan etti (istemde bulunduğu şeyle sınanıyordu). Salebe önceleri vakit namazlarını aksatmaya, daha sonraları da cuma namazlarının dışında mescide hiç uğramaz oldu. Namaz kılmamanın yanında, mal sevgisinden dolayı zekat vermekte de zorlanır oldu. Peygamber (a.s.), “Salebe’yi son zamanlarda göremiyorum nerelerde?” diye sorduğunda, “Ya Rasulullah, o çok mal sahibi oldu, buralara sığmıyor, badirede yaşamak zorunda” cevabını alınca, “Salebe’ye yazık oldu” diye buyurdu. Musab bin Ümeyr, kendine verilenin kendinde var olandan değerli olduğunu fark etti, seçimini doğru yaptı. Salebe, kendinde var olanın kendine verilenden değerli olduğunu ne yazık ki fark edemedi, seçimini yanlış yaptı.
Düşünce değiştirmek elbette zordur. Ama en zor olan da değerliyi daha az değerli olanla değiştirmek olsa gerek. Ne için nelerden vazgeçtiğinin farkında olmayan insan, temel ilke ve değerlerini maalesef çok rahatlıkla çiğneyebiliyor. Oysa ucuz ve nefsani istemler, dünyevi menfaatler ve egosunu tatmin için hayasızlaşmamalı insan. Çünkü insan bunun için yaratılmamıştır. Onun yaratılış gayesi çok daha başkadır (İsra/70, Fatır/39, Tin/4). Biz müslümanlar, bir şeyin önemli ve öncelikli olmasını belirlerken hangi değer ölçülere göre karar veriyor, neye göre tespit ediyoruz? Bunu yaparken neleri gözönünde bulunduruyoruz? İçinde fıtrata aykırı hiçbir hüküm barındırmayan ve bütün sorunlara çözüm sunan bir dinin mensubu olarak üstün olmamız gerekirken neden rezil rusva bir haldeyiz? Nasıl oldu da bu duruma geldik?
Bilmeliyiz ki; sahip olduğumuz değerlerden yoksun bir halde yaşam sürdürdüğümüz müddetçe Allah’ın yardımı bize gelmeyecektir. Bilmeliyiz ki; radikal ve mükemmel fikre sahip olduğumuzu söylerken, söylediklerimiz hayata yansıyan davranış biçimimize mükemmeliyet aksettirmiyorsa, izzeti bekleyip durmak nafiledir.
Bilmeliyiz ki; kendimizi değiştirmeden dünyayı değiştiremiyecegimizi artık fark etmeliyiz.
Bilmeliyiz ki; başıbozuk ordular gibi dağınıklığımız devam ettiği müddetçe nihai hedefe varmak hayal olarak kalacaktır.
Artık bilmeliyiz ki; geç kalmış olmadan başlayabilelim ve egolarımızı bir kenara bırakalım. Ve, kesinlikle bilmeliyiz ki; bilmiyorduk, fark etmedik, farkında değildik… gibi mazeretlerimiz ortadan kalkmıştır. ‘Ben müslümanım’ demek, müslümanca yaşanmadığı takdirde insanı Allah katında imtiyazlı kılmıyor (Hucurat/14). Çünkü kişiye ancak çalıştığının karşılığı vardır (Necm/39). Bu sünnetullahtır. Allah’ın sünnetinde asla değişiklik olmayacağına göre… Yaşanan ahlak grafiği çok dalgalı ve istikrarsız ise kişinin dönüp kendisine bakması gerekiyor. Gerçekten samimi şekilde bakılırsa, vicdanın daima doğruyu söylediği fark edilecektir. Bu bir anlamda kişinin içindeki vicdan mahkemesinde nefsiyle muhasebesidir. Vicdan tıpkı ayna gibidir, kendine aksedileni yansıtır.
Sadece söylem geliştirmek, kof, ayakları yere basmayan, insanlara fayda sağlamayan felsefik söylemden öteye geçmeyen, laf olsun torba dolsun cinsinden garnitürel söylemlerin hiçbir değeri yoktur. Söylem ve amel bütünlüğü yok ise sözlerin insanlar nezninde de makes bulmasını beklemek beyhudedir. İnsanlar sözelle birlikte görsele de bakıyorlar haklı olarak. Fark etmiş isek, fark da ettirmeliyiz mecburen. “Ey iman edenler yapmayacağınız şeyi niye söylüyorsunuz, yapmayacağınız şeyi söylemek Allah katında nefret edilen bir şeydir” (Bakara/24). “İnsanlara hakkı anlatıpta kendilerini unutanlar gibi olmayın” (Bakara/44). Dünya hayatı insanlar için bir imtihan yeridir. Kendisine düşünme ve sorgulama yetkisi verilen insana, bu imtihana katılmama gibi bir muhayyerlik verilmediğini her müslüman bilir. İnsan her halukarda kendisinden hesap soracak olana karşı sorumlu: İster aciz ister mustağni olsun, her halinde sınanması söz konusudur (Bakara/155, 249). İnsanların gerçek kişiliğini ortaya çıkaran da gerek maddeten gerek manen zaten bu iki hal değil mi! Varlık-yokluk, acziyet-mustağni, sağlık-hastalık… Gereği üzere iman etmeyenler için, tıpkı Kur’an’ın buyurduğu gibi “İnsana bir zarar dokunduğunda bizi çağırır. Sonra biz ona tarafımızdan bir niğmet lutfedersek: “Bu bana ancak bilgimden dolayı verilmiştir” der. Bilakis o bir imtihandır. Fakat onların çoğu bilmez” (Zümer/49) İnsan genellikle yokluk halinde acziyyetini fark eder Allah’a yönelir dini O’na has kılar da, varlık anında farklılaşır imtihanı kaybeder. Varlık yükünü her babayiğit taşıyamaz. Bu varlıktan sadece maddi varlık anlaşılmamalı: bu ilim zenginliği, sıhhat zenginliği, makam zenginliği… için de geçerlidir. Sonradan sahip olduğumuz daha doğrusu Allah’dan bizlere emanet olarak verilen her şey bunun içine katılabilir.
Varlık anı genellikle kişiyi bireyselleştirir. İnsanın kendi kendine yeteceği zannına kapıldığı andır varlık anı. Varlık anında meşguliyet çoğunlukla farklı tarafa kayar. Kayar da fark edilmesi gerekenlerden uzaklaştırır, oyalar, değer yargılarını farklılaştırır insanı. İnsan, yaşama karşı verdiği savaş gücünü kendisi gibi düşünen toplumdan aldığı için islam dini birey olarak yaşamayı kabul etmez. Topluluk olmanın, birlik ve beraberlik içinde hareket etmenin önemine sıkca değinir Allah (c.c) kitabında (Al-i İmran/102-205). Biz müslümanlar sahip olduğumuz gücün farkında değiliz. Rabbimizin ve birbirimizin birbirimize veli olduğunu kabullenip otokontrol mekanizmamızı işletmiyoruz. Problemin temelinde organize bir topluluk olmamak yatmaktadır. Organize olmuş topluluklarda hareket disiplini vardır. Her bireyin merkeze karşı sorumluluğu ve görevi vardır. İstediği yerde istediği gibi harekette bulunamaz. Paylaşım vardır, ahenk vardır. İmdi topluluk olacaksınız: Burada hedefsiz, gayesiz yığma yığınlardan bahsetmiyoruz. İnandığı ve kabullendiği temel değerlerin etrafında kenetlenmiş, ne yaptığını ve ne istediğini bilen bir topluluk bahis mavzudur. Herkesin her istediğini istediği şekilde yapan hiçbir sorumluluk ve aidiyet duygusu hissedilmeyen toplulukların eylemlerinde bir ehemmiyeti keyfiyyeti yoktur. Muhatapları tarafından da ciddiye alınmaz, saman alevi gibidirler. Bu tür topluluklar kum tanelerine benzer, binlercesi bir araya gelse hiç bir değer ifade etmezler. Organize olmuş topluluklar ise gıranit kayalara benzer. Elinize aldığınızda bir ağırlığı vardır. Bu hal, kum tanelerinin birbirine kenetlenmiş halidir, ondan bir parçayı koparmaya kalksanız zorlanır ve bir ayrılık feryadı işitirsiniz. Çünkü bütünleştiğinden kopuyor da ondan, ayrılık firakıdır. Kum tanelerinde ayrılık sesi duyamazsınız. İnsanların öykündüğü topluluklar birbirine kenetlenmiş topluluklardır. Organize olmak kişiyi disipline eder, paylaşımcı yapar, bireyleri birbiriyle dayanıştırır. İnsanı ‘ben’den ‘biz’e dönüştürür, damlaların birleşip sele, nehire dönüşmesi gibi. Biz demek ‘Ademiliktir’, ben demek ise ‘şeytaniliktir’. Kur’an’ın sürekli dikkat çektiği, üzerinde durduğu; isteklerimizin de, tercihimizin de, seçimimizin de, reddedişimizin de… hep şuurlu olmasıdır.
Bir müslüman olarak, nerden geldiğimiz belli, gideceğimiz yer belli, yolumuz belli, rehberimiz belli, bir de belli olan halimizi fark edipte değiştirebilsek…
|