Hiç düşündünüz mü? Üzüntülü ve duygusal açıdan zayıf zamanlarımızda daha çok yediğimizin farkında mısınız? Aslında yedikleriniz her zaman sevdiğiniz şeyler olmamasına rağmen yine yiyor musunuz? Açlık hissetmemenize rağmen bile bile gene yiyor musunuz? Bütün bunlardan sonra ne yedim ki diye pişmanlık duyuyor musunuz? Bazı kişiler ruhsal açıdan dengelerini kaybettikleri zaman kendilerini yemek yiyerek rahatlamaya çalışırlar. Ancak buda başka bir probleme yani kilo almaya yol açmakta buda başka problemlere sebep olmaktadır.
Son yıllarda tıptaki muazzam ilerlemelere rağmen diyabet-kroner kalp hastalığı-hiper
tansiyon-felç-ülser-astım-depresyon-otizm-romatizma-muzmin yorgunluk-kanser ve kemik erimesi (osteoporoz) gibi kronik hastalıklar son yıllarda müthiş artış göstermektedir. Bu artışın çok nedenleri vardır. Ama en önemlisi geleneksel beslenme tarzımızı büyük ölçüde terk etmemizdir. Bugün tamamen etrafımızı saran propagandaya, reklamlara, yazılara ve alışkanlıklarımıza inat, başımızı iki elimizin arasına alıp düşünme zamanı geldi ve hatta geç bile.
Günümüzde neleri yemeliyiz ya da başka başka bir deyişle bizim ne yemeye ihtiyacımız var? Bunları iyice tespit edip ona göre beslenme düzenimizi ayarlamamız gerekir. Hatırlıyor musunuz? Herkesin birbirine iyi niyet ile yaklaştığı komşuluk-arkadaşlık-akrabalık bağlarının çok sıkı olduğu günleri.
Ekmeğin ekmek karanfilin karanfil gibi koktuğu, domatesin domates gibi koktuğu, salatalığın, patatesin mis gibi koktuğu günleri, biz bunlara beklide ucundan sonundan şahit olduk. Aslında babalarımızın dedelerimizin anneannelerimizin anlattığı mis kokulu yiyecekleri yeterince görüp beklide faydalanamadık.
Doğada mertliği bozan pek çok şey oldu. Kimyasallar-hormonlar-daha çok kazanma-daha çok güzel görünme-daha çok yeme-daha çok konforlu yaşama-daha çok şeye sahip olma hırsı insanda arttıkça ve bunu elde etmenin yollarını öğrendikçe doğadan koptuk, kendimize ve çevremize zarar vermeye başladık. Buda bizi doğadan kopardı, insani vasıflardan uzaklaştırdı.
Bugün büyük şehirlerde yabancılaşmadan, yalnızlıktan, soğuklardan şikâyetçiyiz. Hayvan sevgisi denince boğazından çekiştirerek köpek gezdirmeyi, tabiatı sevmek deyince toprağa değdirmeden ormanda yürüyüş yapmayı anlıyoruz. İşte bu genel kopukluk tablosu içinde vücudumuza da yabancılaşıyoruz. Gazetede çıkan haberlere göre belimizi kalın, boyumuzu uzun veya kısa, kilomuzu fazla buluyoruz. Çocuklarımızın durumu ise büyüklerden daha kötüdür. Reklam bombardımanı ile en çok ihtiyaç duydukları şeylerin kola, şekerleme, çikolata, gofret, cips, olduğunu düşünüyorlar.
Eskiden çilek yemek için haziranın, salçalık biber almak için sonbaharın gelmesi bekleniyor. Günümüzde modern tarım uygulamaları ile kabak, patlıcan, biber, domates, salatalık bütün bir sene raflarda bulunuyor. Aslında Allah’ın insanlara o kadar güzel bir dengesi var ki: Çok suya ihtiyacımız olan yaz aylarında karpuz-kavun, hastalıktan korunup güçlü olmaya çalıştığımız kış aylarında, narinciye yetişiyor. Bu ne güzel bir denge…
Gıdalarımız gerçekti. Rafine edilmiyordu. Rafine işlemleri sırasında un, şeker, yağ gibi gıdalar doğan mineral ve vitaminlerini kaybediyorlar. Rafine ürünlerin besleyici değerinden çok şeyi feda edilmiş olarak alıyoruz. Hem de bilerek veya bilmeyerek bir çok paketlenmiş gıda aracı ile dolaylı olarak yiyoruz. Bunları ne kadar çok yesekte doymadığımız oluyor. Çünkü bu gıdaların besleyici değerinde çok noksanlıklar vardır. Çok aşırı şişmanlattığı hatta obez yaptığı halde bir türlü iyi beslenmeyen insanlarımızı içimizde çevremizde görmek mümkün. Günümüzde İsrail’in ve ABD’nin başını çektiği ülkelerde, soya fasulyesi, mısır, buğday ve pirinç başta olmak üzere sebze ve meyvelerin ve birçok tahıl ürünlerinin genleri ile oynanıyor.
Genleri ile oynanmış tohumların üreticisi olan uluslar arası şirketler ile ülkemizde bu tohumları çiftçimize aynı zamanda çok yüksek değerde satmaktadırlar. Dolaylısı ile tarım politikamızın yeniden gözden geçirilmesi gereğini bir kez daha vurgulamak istiyorum.
Bu günlerde Arjantin’den armut, Şili’den üzüm, Amerika’dan pirinç ve çeşitli ülkelerden tropikal meyveler ithal edilmekte ve bunlar vatandaşlarımız tarafından düşünülmeden tüketilmektedir. Aslında insanoğlu kendi yaşadığı ülkesinin kendi coğrafyasının ürünü olan gıdalarla beslendiğinde vücudu için daha şifalı daha etkili olduğu şüphesizdir. Kendi bölgemizde üretilen balı yersek dolayısı ile çevremizde alerjiye neden olabilecek polen ve tozlara karşı anti alerjen görevi yaparak sağlığımızın korunmasına yardımcı oluruz.
Ülkemizde bilinçsiz şekilde bitkilerin ve meyvelerin ilaçlanması sonucunda ilaçların tortuları meyve ve sebzenin kabuğunda kalabiliyor. Hormonlar ve gübreler gıdanın yapısından bizlere de aktarılıyor. Bu son derece insan, hayvan ve çevre için zararlı olan gübreleme yerine sadece doğal gübre ve böceklerle zararlı otlarla doğal mücadele yöntemleri kullanılarak yapılacak ekolojik-organik-biyolojik tarım daha elverişlidir.
Günümüzde Kimya endüstrisinin gelişmesi ile pek çok gıdaların aromaları yapılarak insanlar aldatılmaktadırlar. Çeşitli meyve kokusu-tereyağ-et-tavuk-fıstık-fındık vs… gibi aromalar yanında birde gıda boyaları üreterek gıdalarımıza katılmaktadır. Bu da vücudumuzun başkalaşması ve çeşitli hastalıkların oluşumuna sebebiyet vermektedir. Geçmişte insanlar reklam panoları, televizyon, medya, ilaç şirketleri, özel hastaneler-aroma üreten şirketler tarafından kuşatılmış değildi. Yemeklerimizi yerken acele ile değil bir yandan televizyon seyrederek değil yemeğin tadını çıkara çıkara ve sadece yemeği düşünerek yediğimizde vücudumuz aldığı gıdaları daha iyi sindirebiliyor ve yediklerimizden daha iyi faydalanıyorduk.
Bunlardan kurtulmak için ilk adım olarak: Rafine gıdaları ve bunlarla yapılmış ürünleri hayatımızdan çıkartmamız gerekir. Yani ekmekte beyaz un-rafine şeker-rafine tuz-rafine yağ ve bunlarla yapılan gofret, cips, bisküvi, gazlı içecekler, hazır yemek gibi, paketlenmiş ürünleri ve baklavaları, poğaçaları yemiyoruz.
Mevsimine göre ekolojik, genetiği ile oynanmamış ve Helal Sertifikası almış ürünleri bulmaya gayret etmeliyiz.
Selam ve Dualarımla...