SERTİFİKA MÜRACAATI EĞİTİM AKADEMİSİ MERAK ETTİKLERİNİZ
KURUMSAL

BELGELENDİRME
 
KURULLARIMIZ
 
İSTATİSTİKLER
Aktif Ziyaretçi 2 Kişi

Bugün 251 Kişi

Toplam Ziyaret 1.210.440  Kişi
 

"Okuyup Öğrenmek , Cehalet akıntısına karşı kürek çekmektir." S.ALIÇ

  KÜLTÜR KÖŞESİ MAKALELERİ 
   
Yazar Ünvanı Araştırmacı-Yazar
Yazar Ömer YILDIZ
 
 
 
Makale Tarihi :  01.02.2018
Kudüs, Mescid-i Aksa ve İlk Kıble Meselesi
Kudüs tarihin en eski ve binlerce yıllık bir geçmişe sahip şehirlerinden birisidir. Birçok medeniyete ev sahipliği yapmış, tarihteki önemi asla azalmayan ve değerini günümüze kadar taşımayı başaran nadir şehirlerden birisidir. Stratejik öneminin yanı sıra dini bir merkez olmasıyla da ön plana çıkmıştır.
 
Kudüs’ün İbranice en eski adı ‘Yeruşalim’dir. ‘Daru’s-selam/Barış yurdu’ demektir. ‘el Kuds’ veya ‘Kuds’ü-şerif’ adıyla ilk kez Memluklular zamanında anılmaya başlanmıştır. Araplar şehir fethedilinceye kadar buraya ‘İlya’ veya ‘Medinet’ü Beyti’l Mukaddes’ diyorlardı.
 
Kudüs’ün İbranice en eski adı ‘Yeruşalim’dir. ‘Daru’s-selam/Barış yurdu’ demektir. ‘el Kuds’ veya ‘Kuds’ü-şerif’ adıyla ilk kez Memluklular zamanında anılmaya başlanmıştır. Araplar şehir fethedilinceye kadar buraya ‘İlya’ veya ‘Medinet’ü Beyti’l Mukaddes’ diyorlardı. Bu şehirde Hz Peygamber’in zamanında Mescid-i Aksa diye bir mescid yoktur. Bu günkü mescidin yerindeki Beyt-i Makdis ise Roma Valisi Titus tarafından Müslümanlıktan tam beş yüz sene önce yakılıp-yıkılmış ve yeri Hıristiyanlar tarafından çöplük haline getirilmişti. İslam ordusu burayı fethettiğinde de çöplük halindeydi. Hz Ömer ordunun namaz kılması için, Süleyman Mabedi’nden kalan duvarların olduğu alanını temizletmiş ve tahta taraba ile üzerini kapatarak bir namazgâh yapmıştır. Hz Ömer, Hıristiyanların namazları kilisede kılma davetine rağmen, ileride namaz kıldığı kilisenin camiye dönüştürülmesine yol olur kaygısı ile bu daveti kabul etmemiş, Hıristiyan mabetlerine de dokunmamıştır.”
 
 
 
Kudüs’ü diğer şehirlerden ayıran iki farklı özelliği ardır. Öncelikli özelliği dinler tarihi açısından önemlidir; zira o coğrafya pek çok peygambere ev sahipliği yapmıştır. Yahudilik, Hristiyanlık ve Müslümanlığı temsil eden bir mekândır. Bu dinlere ait pek çok dinî motifi barındırır. Diğer özelliği ise Müslümanların fethettiği ilk büyük şehir olmasındandır.
 
Filistin sorunu, diğer bir ifade ile Kudüs sorunu dinî bir mahiyeti olmakla beraber siyasi yönü daha ağır basan bir sorundur. Kudüs, Müslümanların kaybettiği Endülüs ve zülüm açısından Filistin’den hiçte aşağı kalmayan Arakan gibi kaybedilen pek çok toprak parçasından biridir. Diğer toprak kayıpları bir şekilde kabullenilmiştir ama Filistin’in kaybı, yüz yıldır bir türlü kabullenemediğimiz sinede bir yaradır. Bunun en mühim nedeni Yahudiler karşısında kaybetmek ve oradaki Müslümanlara Siyonistlerin kelimenin tam anlamıyla zulmetmesidir. “Zulüm bizdense ben bizden değilim” diyen Rachel Corrie’in Filistinli bir ailenin evinin yıkılmasını engellemeye çalışırken bir İsrail buldozeri tarafından ezilmesi, yine Filistinli bir gencin taş ile kolunun kırılması gibi pek çok vahim olay Müslüman bilincine yerleşen ve içimizi acıtan travmalar olup kolay kolay unutulacak türden şeyler değildir.
 
Bütün bunlarla beraber, Filistin sorununun Türkiye boyutu tuhaf ve bir o kadar da dramatiktir. 1948 de İsrail devlet olarak ilan edildiğinde, zamanın iktidarı, adeta dört yüz yıl idare ettiği ve gerçek sulhun hâkim olduğu, kendi toprağının kaybedilmesine sevinç ile naziresi yaparcasına, zamanın iktidarı bu devleti ilk tanıyanlar arasındadır. Hile ve desise ile Osmanlıdan bir karışı dahi alınamayan Filistin toprağının Birleşik Krallık himayesindeki işgalci devletin alel acele tanınması şayanı dikkattir.
 
Günümüzdeki yöneticilerde de Filistin ile ilgili bir tutarsızlık gözleniyor. Bir taraftan süslü laflar ve hamaset ile en yetkili ağızlardan ve yüksek perdeden Siyonistlerin zulmü ve kanun tanımazlığını kınanıyor; çocuk katili, terörist devlet nitelendirmeleri yapılıyor. Kamuoyuna Kudüs kırmızı çizgimizdir şeklinde deklere edilip İsrail’in bir “işgal devleti” olduğu vurgusu yapılıyor; diğer taraftan Siyonist devlet ile çok yüksek düzeyde ekonomik ve siyasi ilişkiler sürdürülüyor.
 
Kamuoyu tarafından yakinen bilindiği gibi, 10 vatandaşımızın ölümü ile sonuçlanan Mavi Marmara olayında da İsrail’e tam bir teslimiyet gösterildi. “One Munit” olayı ile kesilen ilişkilerin tamiri için verilmedik taviz kalmadı. Kamuoyunda ihanete uğradık ve 20 milyon dolara satıldık duygusu gelişti.
 
Bütün buna rağmen reel politik diye de bir gerçeğimiz var. Her iki ülke kamuoyunun gazını almak için bağırıp çağırıyor ama ilişkilerini de en üst düzeyde devam ettiriyorlar. İsrail tarafının tutarlı ve sonuç almaya matuf bir politikası olmasına rağmen Türkiye’nin tutarsızlığı ve güçsüzlüğünden de kaynaklanan çaresizliği söz konusu. Maalesef şu haliyle İsrail’i askeri güç olarak yenebilecek, hakkından gelecek bir İslam ülkesi yok. Zira siyaseten de çok güçlü bir desteği ve iki yüz balistik füzesi olan bir ülkeden bahsediyoruz.
 
İstanbul Aydın Üniversitesi’nden Dr. Filiz Katman, son gelişen olaylar nedeniyle yapılan açıklamaların, önceki yıllarda yaşanan yol kazalarında olduğu gibi Türkiye ve İsrail ticari ilişkilerini olumsuz yönde etkilemeyeceğini düşünüyor. Yine Kadir Has Üniversitesinden Dr. Volkan Ediger de Mavi Marmara olayında bile etkilenmeyen ekonomik ilişkilerin, bu olayla da etkilenmeyeceği görüşünde. Diğer taraftan gerginliğin azaltılmasında İsrail’in çok fazla çıkarı vardır. İsrail, bir kaç ay önce Türkiye ile yaptığı anlaşmalara binaen Türkiye’ye gaz satışına önem veriyor. Türkiye’nin de enerji açığı ve gaza ihtiyacı var.
 
Selahattin Eyyubî’nin Kudüs’ü fethetmeden önce, yirmi yıl İslam ülkeleri arasındaki ihtilafları halletmek için uğraştığı ve ümmet bilincini oluşturduktan sonra işe başladığı gerçeğinden hareketle bu gün işimizin çok daha zor olduğunu söyleyebiliriz. Batı dünyasının haksız tutumları karşısında İslam dünyası ortak meselelerine sahip çıkamıyor. Çünkü son tahlilde gücümüz yetmiyor. Bunun başat nedeni ise, İslam dünyasının parça parça olması, her bir İslam ülkesinin kendi özel çıkarlarına odaklanmış yönetimlere sahip olmasıdır.
 
Bu gün ismi “İslam İşbirliği Teşkilatı” olarak değiştirilen, 1969 yılında Kudüs’teki el Aksâ mescidinin bir Yahudi tarafından kundaklanması girişimi üzerine kurulan “İslam Konferansı Teşkilatı”nın o tarihten bugüne kadar Kudüs sorununu çözme yolunda hemen hiçbir önemli icraatı olmamasına rağmen, Kudüs konusu 20 yıl öncesine kadar gündemin ilk sırasını işgal ederdi. İslam ülkeleri hiçbir konuda bir araya gelemeseler dahi Filistin konusunda ortak bir tepki oluşurdu. Bugün ise Filistin hem gündemin ilk sırasında değil hem de İslam İşbirliği Teşkilatı’nın (İİT) Olağanüstü İstanbul Toplantısına katılım profilinden hareketle artık birlikten de söz edilemez durumda. Buna rağmen Zirvede, “Başkenti Doğu Kudüs olan Filistin
 
Devleti’ni tanıdığımızı ilan ediyoruz” şeklinde bir karar alınmıştır. Ancak bu şekildeki bir tanıma psikolojik etki açısından önemli ve anlamlı olmakla beraber bir o kadar da sorunludur. Zira Doğu Kudüs’ün Filistin’in başkenti ilan edilmesi, Kudüs’ün % 87’sini oluşturan Batı Kudüs’ün de İsrail’in başkenti olarak kabul edilmesinin önünü açmak anlamına gelen bir adımdır. Konunun Amerika’nın vetosuna rağmen BM Genel Kuruluna taşınması ise İİT’nın başarı hanesine yazılabilir.
 
Kudüs konusunda Arap dünyasının durumu tam bir fecaat. Tramp’ın son çıkışından hareketle Mısır, Suud ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin oluşturduğu Küre koalisyonun duruma karşı olması bir yana kelimenin tam anlamıyla Kudüs’ü satması söz konusu. Kabul etmek gerekir ki kendi topraklarını koruyamayanlar Kudüs’ü de kurtaramaz. Mahattan’a çevirdiği Kâbe’yi Suud’un işgalinden kurtaramayan İslam dünyası Kudüs’ü küresel emperyalistlerden hiç kurtaramaz. İslam ülkeleri bu dağınıklıkları, ekonomik acıdan güçsüzlükleri; siyasi, idari, hukuki yapıları ile sadece bağırmak, çağırmaktan öte bir şey yapamazlar. Haddimizi, hududumuzu ve gücümüzü bilelim. Siyasetin gazına gelmeden akıllı ve makul işler yapalım. Hepsinden önemlisi de Müslümanlar kendi yurtlarını daru’s selam/esenlik yurdu yapmadan/yapamadan Kudüs’ü nasıl sulh ve selamete kavuşturacaklar? İşe önce kendi evimizden başlamak gerekir. İslâm dünyası Moğol ve Haçlı saldırılarından bu yana hiç bir dönemde, bu kadar çaresiz, bu kadar perişan, bu kadar kaotik durumda olmamıştı.
 
Filistin sorunu tek başına Filistinli gençlerin zayıf omuzlarının kaldıramayacağı ağırlıkta bir sorundur. Sadece onların çözemeyeceği ve üstesinden gelemeyeceği kadar büyük bir davadır! Buna rağmen Filistinliler toprakları için, canları pahasına, yıllardır savaşıyorlar. Çünkü Stratejik olarak Filistin, “terk edilebilecek” bir yer değildir. Zira Ön Asya’nın kapısıdır, oraya egemen olan, Ön Asya’nın tamamına hâkim olur. Bütün bunlardan daha önemlisi ise; Arz-ı Mevdud yalanının merkezi olmasıdır. Yahudi işgal ve yayılmasının gerekçesidir. Bu bağlamda Filistin için, özellikle Kudüs için ne pahasına olursa olsun savaşmak farzdır.
 
Küresel güçler siyasetlerinin icrası için önce Suud krallığında sessiz bir darbe gerçekleştirildi. Ardından Selefî/Vahhabî baş müftü, selef-i sâlihinin kemiklerini sızlatarak “Siyonizme karşı mücadele etmek haramdır” fetvasını yayınladı. Birkaç gün sonra sistemin beslediği bazı köşe yazarları, “Kudüs konusu Filistinlilerin konusudur. Bize ne? Hiç Suudlu öldürmüş bir Yahudi yok ama Suudlu öldürmüş çok Filistinli var” demeye başladılar. Hatta Filistin’i yalnızlaştırmaya matuf ve Siyonizm’i haklı göstermek için; “Orası Musevilerin üç bin yıllık vatanıdır ve onlar vatanlarını savunuyorlar, onlara saldıran ise Filistinlilerdir” diyeni de oldu. Küreci yardakçılar Filistin’e ve Kudüs’e ihanet ettiler. İleride bir gün etrafına inşa ettikleri gökdelenlerle Manhattan’a çevirdikleri Kâbe’yi ve Haremeyn’i de satarlarsa sürpriz olmaz.
 
“Küre Koalisyonu, bağımsızlık referandumu, Katar darbesi, Körfez/S. Arabistan oyunu, Saray entrikaları ve gözaltına alınan prensler, NEOM projesi, nihayet bir tür savaş ilanı kıvamında Kudüs’ü İsrail’in başkenti ilan etme cüreti oradan başladı.”
 
Dünyaya ağır fatura ödeten ve ödetmeye devam eden Siyonistler, kuklaları marifetiyle emellerini gerçekleştirmek için ileri karakollarını harekete geçirdiler. Müslümanların içinde bulunduğu aymazlığı ve güçsüzlüğü daha derin sorunlara dönüştürmek için bir adım daha attılar. Duamız o ki; bu ihanetler Müslümanların gerçek düşmanlarını, işbirlikçilerini ve hainleri tanımalarına ve ona göre pozisyon almalarına vesile olur.
 
İlk Kıble Meselesi
 
Kudüs ilk kıble değil, ilk kıble Kâbe’dir. Sonra Kudüs ve ayet ile tekrar kıble Kâbe’dir. Bunun en güçlü delili ve belgesi Bakara suresinin 144. Ayetidir. “İnsanların sorunlarını çözesiniz/insanlara şâhit olasınız diye, sizi orta noktada olan bir toplum yaptık; böylece Peygamber de sizin sorunlarınızı çözer/size şâhit olur. Biz, Peygambere uyanı, topuğu üzerinde geriye dönenden ayıralım diye, senin eskiden yöneldiğin Kâbe’yi kıble yaptık. Bu, Allah’ın yol gösterdiği kimselerden başkasına elbette ağır gelir. Allah sizin imanınızı hiçe sayacak değildir. Şüphesiz ki Allah, insanlara karşı şefkatlidir; merhametlidir.” Olay bu kadar net ve açık iken başka söze gerek yok ama konu namaz vakitleri ile ilgili ayetlerle de açıklamak mümkün. Söz konusu ayetlerden bir tanesi şudur:
 
“Onların söylediklerine sabret! Güneşin doğmasından ve batmasından önce Rabbini övgü ile tesbih et/namaz kıl! Gece saatlerinde de O’nu övgü ile tesbih et/namaz kıl! Gündüzün belli vakitlerinde buna devam et ki mutlu olasın!” (20/Ta-Ha: 130). Bu ayet namaz vakitlerini en ayrıntılı ve açık bir şekilde haber veren ayettir. Ta-Ha Suresi Mekkî bir suredir. Şu halde Hz Peygamber ve arkadaşları Medine’ye hicretten önce de namaz kılıyorlardı ve namazlarında da Kâbe’ye yöneliyorlardı. Yine Mekkî olan ve namaz vakitlerinden bahseden: “Güneşin sarkmasından (aşağı kaymasından) gecenin kararmasına (yatsı vaktine) kadar namaz kıl ve sabahın Kur’an’ın(ı, uzunca Kur’an okunan sabah namazını) da (unutma). Çünkü sabah Kur’an (okuması) görülecek şeydir” (17/İsra 78). ve “Gündüzün iki tarafında ve geceye yakın saatlerde namaz kıl. İyilikler kötülükleri giderir. İşte bu, Allah’ı ananlara bir öğüttür.” (11/Hud: 114), ayetleri üzerinden bir okuma yaparsak namazların Kâbe’ye doğru kılındığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
 
Hz Peygamber’in nübüvvetten evvel, sabah ve akşam olmak üzere günde iki vakit namaz kıldığını kaynaklar bize söylüyor. Yukarıdaki ayetlerden de anlaşılacağı gibi Mekke döneminde ve hicretten evvel Müslümanların namaz kıldığı ve kıble olarak Kâbe’ye yöneldikleri de bir gerçek. Şu halde Müslümanların Hicretten sonra, bir müddet namazlarda Kudüs’e doğru yönelmiş olması, ilk kıblenin Kudüs olduğu anlamına gelmemektedir.
 
Kudüs Müslümanların “ilk kıblesi” değil, “geçici kıble”sidir. İlk ve “Değişmez Kıble” Hicret öncesinde de namaz için yönelinen Kâbe’dir. Bunun böyle olduğunun aklî delili ise, Hz Ömer’in Kudüs’ü fethettikten sonra, Miraç anlatısında önemli bir konum atfedilen “Hacer-i Muallak” denilen taşı aratmayışı ve Mescid-i Aksa diye bir mabedin olup olmadığının araştırılmasını yaptırmamasıdır. Eğer İsra Suresi’nde bahsedilen ve Hz Peygamberin tüm peygamberlere imamlık ederek namaz kıldırdığı bir mescid olsaydı Halife Ömer bu konuya kayıtsız kalmaz, gereğini yapardı. Bu kayıtsızlık bize Müslümanların, Hz Peygamber’in “Hacer-i
 
Muallâk” üzerinden Mirac’a çıktığına dair hiçbir bilgilerinin olmadığını gösteriyor. Eğer böyle bir şey söz konusu olsaydı, bu derece önemli bir durum karşısında yapılacak ilk şey derhal Hacer-i Muallâk’ın yerinin tespiti ve Mescid-i Aksa’nın Kur’ân’da geçen mescit olduğunun ilan edilmesi olurdu.
 
Peygamberimiz Medine’ye hicret edince, İslam’ın en temel ibadetlerinden olan Namazı ikame ederken, belki, Yahudilerin gönlünü kazanmak en azından şerlerinden emin olmak ve Yahudileri Müslümanlığa ısındırmak için onların kıblesi olan Kudüs’e doğru yöneldi. Ayrıca Muharrem ayında aşure orucu tutup, onların şeriatlarına göre hükümler verdi. Anlaşılan bu strateji çok işe yaramadı. Yahudiler Hz Peygamber’e ihanet ettiler. Verdikleri sözleri tutmadılar, anlaşmaları ihlal ettiler. Yahudiler, İslam’a ısınması bir yana, bu işten dolayı şımarıklık gösteriyorlar ve “Muhammed ve arkadaşları kıblenin neresi olduğunu bilmiyorlardı onlara biz yol gösterdik” şeklinde küstahça alay ediyorlardı. On altı – on yedi ay devam eden bu olaydan bir netice alınamayacağı anlaşılınca, Hz Peygamber de Yahudilere karşı stratejisini değiştirdi. Yönünü/kıblesini Kudüs’ten Mekke’ye çevirmeyi istedi. Allah da onun isteğine uygun ayetler indirdi.
 
Durum bu minval üzereyken, Bedir savaşının iki ay öncesinde, bir öğlen veya ilkindi namazının edasında, Peygamberimizin gönlünden geçeni müjdeleyen; “Biz, yüzünü göğe doğru çevirdiğini görüyoruz. İşte şimdi, seni memnun olacağın bir kıbleye döndürüyoruz. Artık yüzünü Mescid-i Harâm’a doğru çevir. Siz de hepiniz, nerede olursanız olunuz, yüzlerinizi o tarafa doğru çeviriniz. Şüphesiz kitap ehli, Peygamberin, Rablerinden gelen gerçek olduğunu çok iyi bilir. Allah onların yapmakta olduklarından habersiz değildir” (2/ Bakara: 144), ayeti nazil oldu. Bunun üzerine namazın bitmesi beklenmeden Kâbe’ye dönüldü.
 
Bu gün bu olayın gerçekleştiği mescid, “mescidu’l kıbleteyn” (iki kıbleli mescid) olarak bilinir. Kıblenin Kâbe’ye çevrilmesi, “Bazı beyinsiz insanlar, “Şimdiye kadar uydukları kıbleden onları vazgeçiren nedir?” diyecekler. De ki: “Doğu da batı da Allah’ındır; O, dileyeni doğru yola iletir” (2/bakara: 142), ayetinden de anlaşılacağı gibi Yahudilerin canını sıkmış ama yerinden – yurdundan sürgün edilen Müslümanları mutlu etmiş, arzuları yerine gelmiştir.
 
Kudüs’ün Kutsallaştırılmasının Ardındaki Siyasi Maksatlar
 
Müslümanlar fethinden sonra, Abdullah bin Zübeyr’in Hicaz bölgesinde kurduğu devlete kadar, Kudüs’e sıradan bir şehir gözüyle bakmışlardır. Abdülmelik bin Mervan, Mekke’de kendisine karşı halifeliğini ilân eden Abdullah bin Zübeyr ile girdiği politik mücadelede bir taktik olarak, Hz Ömer tarafından inşa edilen basit bir yapının yerine, Hz Peygamberin vefatından 60 sene sonra, Mekke’deki Mescid-i Haram’a nazire olsun diye “Mescid-i Aksa”yı inşa etmiştir. Zührî gibi hadisçilere de Kur’an’da bahsi geçen Mescid-i Aksa’nın, bu mescit olduğunu söylettirerek ve “Üç mescid (Mescid-i Haram, Mescid-i Nebi ve Mescid-i Aksa) için ziyaret yapılır” şeklinde bir hadis de uydurularak bu camiye kutsal bir hüviyet
 
kazandırılmıştır. O günden bu yana tüm Müslümanlar bunu böyle kabul etmişler, “Mescid-i Aksa” dendiğinde Kudüs akla gelir olmuştur
 
Abdülmelik bin Mervan zamanında hem Kubbetü’s-Sahra’nın yapılması, hem de basit bir yapı olan Hz Ömer’in Süleyman Mabedi kalıntıların üstüne inşa ettiği mescidin görkemli bir şekilde yeniden inşa edilerek Mescid-i Aksa isminin verilmesi o dönemdeki siyasi olaylarla yakından ilgilidir. Tarihi kaynaklar, Kubbetü’s-Sahra’nın Kral Abdülmelik’in Müslümanların Hac için Mekke yerine Kudüs’e gitmesi için yaptırdığını söylerler. Emevilere karşı ayaklanan Abdullah b. Zübeyr, Mekke ve Medine’nin yönetimini 15 sene elinde tutmuştur. Mekke ve Medine Abdullah’ın hilafeti ile yönetildiği bu yıllarda Emevi halifeleri hacca giden Müslümanların Abdullah’a biat edip, siyasi rakibi tarafına geçmelerinden korkuyorlardı. Bu korkularından hareketle hacıların hacıların Mekke’ye gitmemesi için Kudüs’ü Mekke’ye alternatif olarak düşündüler
 
Hicaz’daki Mekke ve Medine gibi iki kutsal şehri ve buralardaki mescitleri elinde bulundurup Şam’daki Emevi halifeliğine karşı mücadele eden sahabeden Abdullah b. Zübeyr, çok etkili ve fasih konuşuyordu. Hac zamanında Abdülmelik’i lanetleyip, insanları kendisine bey’ata davet ediyordu. Bu gayretin neticesi olarak Şamlıların büyük çoğunluğu da ona meylettiler. Abdülmelik bin Mervan, bunu duyunca insanların hacca gitmelerini yasakladı. Hacca gitmelerine müsaade edilmeyen insanlar ona kızdılar. Bundan sıkıntı duymaya başladılar.
 
Bunun üzerine Abdülmelik harekete geçip, Mekke’de kendisine karşı halifeliğini ilân eden Abdullah ile girdiği politik mücadelede bir taktik olarak, Miraç anlatısında Hz Peygamberin üzerine basarak yolculuğa başladığına inanılan Hacer-i Muallâk’ın üzerine Kubbetü’s Sahra’yı yapmaya başladı. Bu sayede insanlar hacca gitmekten vaz geçsinler ve gönüllerini Kudüs’e yöneltsinler istiyordu. Nihayet insanlar inşaatın tamamlanmasından sonra Kudüs’e gidip kayanın etrafında, tıpkı Kâbe’nin etrafında tavaf eder gibi dönüp tavaf etmeye başladılar.
 
Bugün Kudüs denilince akla ilk gelen, Hz Peygamber’in üzerine basarak Miraç’a yükseldiğine inanılan ve Hacer-i Muallâk’ın üzerine inşa edilen, kubbesi altın yaldızlı Kubbet’üs Sahra, Şam hacılarının Mekke ve Medine’ye gitmemeleri ve Kâbe’ye alternatif olması için inşa edilmiştir. Zira insanlar Mekke’ye giderlerse Abdullah bin Zübeyr’e biat etmelerinden korkulmuştur. Nitekim Zübeyr’in hükümdarlığı sona erene kadar, tam on beş sene Şam hacıları Kubbet’üs Sahra’da tavaf yapmış, Mescid-i Aksa’da da vakfeye durmuşlardır. “Hacer’ül-Esved” yerine de, Yahudi geleneğinde Süleyman mabedi temelinin köşe taşı ve dünyanın tam ortasında bulunduğuna inanılan “Hacer-i Muallâk” ikame edilmiştir.
 
Abdülmelik’in siyasi emelleri uğuruna Kudüs kutsallaştırılmış ve burada inşa edilen mescide Kur’an’da geçen Mescid-i Aksa ismi verilerek, Mescid-i Haram ve Mescid-i Nebî’nin yanı sıra üçüncü kutsal mescid olarak ilan edilmiştir. Tüm bu argümanlar Emevî saltanatının meşruiyetini ve devamını sağlamak için kullanılmıştır.
 
“Ömer Camii” diye de bilinen Kubbet’üs Sahra, bilinen hiç bir cami mimarisine benzemez. Sekizgen olup, etrafı meydan olarak düzenlenmiştir. Mekke ve Medine’ye gitmesi istenmeyen hacılar, hac tavafını bu mescidin içinde veya dışında yapacak şekilde tasarlanmıştır.
 
Abdülmelik bin Mervan hac için Kâbe’ye gitmenin yasaklanmasından dolayı oluşan memnuniyetsizliği gidermek ve insanları yatıştırmak için Kudüs’ün hac mekânı olarak benimsetilmesi noktasında başta İsra ve Miraç’la ilgili uydurulmuş hadisleri kullanmış ve bu konuda etrafına topladığı saray ulemasından da yardım almıştır. İnsanlar Hac için Mekke’ye gitmekte ısrar edince; ”Namaz ve ibadet için hiçbir mescide sefer edilmesi doğru değildir. Sevap umarak yalnız şu üç mescide sefer edilir; Mescid-i Haram, Mescid-i Nebevi ve Mescid-i Aksa” tarzında hadislerin onun zamanında uydurulduğu veya Mescid-i Aksa’nın eklendiği kuvvetle muhtemeldir.
 
Süleyman Ateş’in İbn Kesîr’den naklettiğine göre: “İnsanlar Kudüs’e gidip Hacer-i Muallâk’ın etrafında, tıpkı Kâbe’yi tavaf eder gibi dönüp tavaf etmeye başladılar. Böylece insanlara Mescid-i Haram yerine, Beyt’ül-Makdis’i, Kâbe yerine de Hz Peygamberin Mirac’a çıktığı bu kayayı ziyaret edebilecekleri söylenmiş ve bu kayanın üzeri ipek örtüler ile örtülmüştür. Kudüs hacıları Bayram gününde orada kurbanlarını kesip, saçlarını tıraş etmişlerdir.
 
Kubbetü’s Sahra’yı çok güzel inşa ettiler. Orayı renkli mermerlerle döşediler, hizmetçiler tahsis ettiler, çeşitli kokular, miski amber ve safranlar saçtılar. Çok masraf yapıyorlar, geceleyin kubbeyi ve mescidi buhurlarla tütsülüyorlardı. Altın ve gümüşten kandiller ve zincirler asarak orayı süslediler. Buhurları tütsüledikleri zaman kokusu uzak mesafeden hissediliyordu. Burayı ziyaret eden bir kimse dönüp memleketine vardığında kendisinden günlerce misk, tütsü ve güzel kokular yayılıyordu ve onun Mescid-i Aksa’daki kayalığa gittiği ve Kudüs’ten geldiği anlaşılıyordu. Mescid-i Aksa’da çok sayıda hizmetçi ve kayyum vardı. O gün yeryüzünde ondan daha güzel bir bina ve kayalığın üzerindeki kubbeden daha göz alıcı bir kubbe yoktu. Öyle ki insanlar, Ka’be’ye haccetmeye gitmeyip oraya gelmeye başladılar. Hac mevsiminde ve diğer zamanlarda Mescid-i Aksa’dan başka bir yere gitmez oldular.
 
Abdülmelik ve adamları, Mescid-i Aksa’da ve kayalığın kubbesine ahiret manzaralarını çağrıştıran işaretler ve semboller koydular. Sırat köprüsünün, Cennet kapısının, Rasülullah’ın ayağının ve Cehennem vadisinin tasvir ve resimlerini Mescid-i Aksa’nın kapılarına ve birçok yerine yaptılar. Böylece insanlar aldandılar.”
 
İbn-i Teymiye; peygamberin üzerine basıp, göğe çıktığı söylenen bu kayanın üzerinin sahabe ve tabiûn devrinde hep açık kaldığını, Abdülmelik’in insanları Mekke ve Medine’ye gitmelerini önlemek amacıyla, bu taşa ve üzerindeki mabede ziyareti teşvik ettiğini söyler. “İnsanlar hükümdarlarının dini üzeredir” sözünü tasdik eder biçimde, insanların o günden bugüne bu taşa ve üzerindeki Kubbetü’s-Sahra mabedine saygı gösterdiklerini, bu arada
 
halkın ilgisini daha da arttırmak için bu mevzudaki Yahudi masallarını yayan kimselerin türediğinden dert yanar. (Mehmet Azimli, Siyeri Farklı Okumak Mekke Yılları, s.170)
 
Müslümanlık açısından Kudüs’ün fethedilen diğer şehirlerden ve Mescidi Aksa’nın diğer camilerden hiç bir farkı yoktur. Olmamalıdır da. Tekrarda fayda var. Bu cami, Abdülmelik bin Mervan’ın Kâbe’ye alternatif olarak yaptırdığı bir camidir. Burası İsra Suresinde anılan ve Miraç anlatısıyla da ilişkilendirilen bir mekân değildir. Zira İsra olayı cereyan ettiği zaman Kudüs, Süleyman Mabedi de dâhil harap bir şehirdir. Mescidi Aksa diye de bir cami yoktur. Bu yer o vakitler çöplük halindedir. Kur’an’da geçen Mescidi Aksa ise, Bir kısım ilim adamı ve Prof. Dr. İsrafil Balcı’ya göre, Mekke civarında Cirane vadisindeki küçük bir mescittir.
 
Siyer kitaplarında anlatıldığına göre Hz. Peygamber ve Müslümanlar Mekke döneminin yasaklı ve ambargolu yıllarında ibadet edebilmek için gizlice ıssız yerlere gidiyorlardı. Bu gidişler bazen de uzun sürebiliyordu. Bu şekilde değişik yerlerde namaz kılmayı adet haline getirdikleri mescit yerleri oluşmuştu. İşte bu mescitlerden en uzakta bulunanına da “en uzak mescit” anlamında “Mescid-i Aksa” denildi. Sahabelerin şehirden uzaklaşarak namaz kıldıkları bu mescitlerin çoğu hicretten sonra ihtiyaç kalmadığı için terk edildi. Mescid-i Aksa da bu şekilde terk edilmesine rağmen teberrüken ziyarete devam edildi. Hz. Peygamber’in H. 8. yılda ihrama girdiği, Mekke’ye 8 km veya 8 mil uzaktaki ve İsra olayında bahsi geçen mescid, bu mescittir. (Daha fazla bilgi için bakınız. http://www.iktibascizgisi.com/isra-olayi-ve-mirac-anlatisi/)
 
Emevi halifesi Abdülmelik’in siyasi amaçları uğuruna Kur’an’daki bir ayet ve uydurulmuş birçok hadis kullanılarak, -bazı hadisler de uydurtarak- Kudüs kutsallaştırılmış ve burada inşa edilen mescide Kur’an’da geçen bir mescit ismi verilerek, Mesci-i Haram ve Medine’deki Hz Peygamber’in mescidinin yanı sıra İslam’ın üçüncü kutsal mescidi olarak ilan edilmiştir. Tüm bunlar Abdülmelik’in iktidarını meşrulaştırmak veya Emevî saltanatının devamını sağlamak için kullanılmıştır.
 
Sonuç
 
Kudüs için sözün bittiği noktadayız. Küresel güçler ne tür provakasyonların çıkacağını tam olarak kestiremediğimiz bir projeyi sahneye koydu. Müslüman dünyanın konu ile ilgili yeni bir söylem ve bir ayar tutturmakta zorlanacağı görülüyor. Yaklaşık bin yıldır İslam dünyasının gerilemesin ve kayıplarının sembolü olan Kudüs kendimizi bulma çabasında öne çıkarılıyor. Kaybettiklerimizi arıyoruz. Kaybettiklerimizle beraber medeniyet tasavvurumuzda yeniden alevlenene kadar söndü, gitti.
 
Devletin ve siyasi erkin görevi ve toplumun beklentisi, hiçbir aşırılığa ve hamasete fırsat vermeksizin içinde diplomasinin de yer aldığı hemen her yolla sorunu çözmeye çalışmaktır. Ma’şeri vicdanı“Kudüs bizim neyimiz olur?” sorusuyla buluşturmanın yolu insan yetiştirme
 
düzeniyle ilgilidir. Toplumun gazını almakla sonuçlanabilecek bir geçici durum, şimdi belki tahmin edilen sonucu vermez, ama uzun vadede duyarlılıkların heba edilmemesi gerekir.
 
Necdet Subaşı’nın isabetle ifade ettiği gibi; “Bugün âlimlerimize, aydınlarımıza, entelektüellerimize düşen görev sıra dışı ilgileriyle gerçekleştirdikleri muhasebenin bir sonucu olarak kalpleri Kudüs için çarpan büyük milletin bu enerjisini iç etmek değil, bu enerjiyi hemen her türden çirkin bir müdahale dilinden kurtarmanın yolunu bulmaktır. Hepimiz birden bağırabilir, hepimiz birden çığlık atabiliriz; ama arş-ı âlâyı titretecek sesin ne kadarının kalple, ne kadarının akılla ve tabii ki ne kadarının vicdanla ilgili olduğunu da bilmek gerekir.
 
Kudüs üzerine titrediğimiz bir şehir. Bağdat’ın sadece Bağdat, Şam’ın sadece Şam olmadığını bilen bu millet Kudüs’ün ne olduğunu haydi haydi bilir. O halde karar vericiler, sorumluluk mevkiinde yer tutanlar başkalarından bir adım önde teenniyi, sabrı, soğukkanlılığı, murakabeyi, diplomasiyi dikkate alarak bizi meydanlarda ve sanal mecralarda yorup tüketmek yerine sağlıklı ve uygulanabilir önerileriyle yol göstermelidirler.”
 
Filistin topraklarında hem Yahudiler, hem de Filistinli Müslümanlar Kudüs’ün ve mabetlerinin kutsallığından hareketle yıllardır savaş halinde yaşamaktadırlar. Siyonist rejimin buradaki zulmü ve Filistinlilere uyguladığı şiddetli baskılar dayanılacak türden değil. Filistinli Müslümanlar kendilerine uygulanan İsrail zulmüne karşı çıkma ve atalarından devraldıkları topraklarda özgürce yaşama hakkına sahip oldukları için son derece haklıdır ama kutsalların zannedildiği gibi kutsal olmadığının anlaşılması, bunların tarihte siyasi veya farklı amaçlarla uydurulan mitlerden ibaret olduğunun hakkının teslim edilmesi bu kavga, savaş ve zulmü sonlandırmak için başlangıç olabilir.
 
Filistin’deki işgal dünyada çözülmesi gereken en acil sorunlardan biridir. Senelerdir soykırıma maruz kalınmasının ve binlerce insan kaybının yanı sıra milyonlarca Filistinlinin de mülteci konumunda olması da işin cabası. Huzur ve istikrar, bu coğrafyanın çocukları olarak hepimizin rüyasıdır. Kudüs ise Filistin’in ötesinde anlamlar taşıyan bir şehirdir. Bunu tüm dünya halkı, Trump’a verdiği ortak tepki ile göstermiştir. Herkes şunu iyi bilmeli ki İsrail, bölgedeki sorunun ana kaynağıdır.
 
Bir mücadele, sırf hasım güçlü olduğu için kaybedilmez. Mücadele için gücünü milletinden alan bir devlettin, dirlik ve birliğin olması gerekir. Bu bağlamda Kudüs Fatihi Selahaddin Eyyubi’nin “Dostlarıyla uğraşanlar, düşmanlarını yenemez.” sözünü aklından çıkarmamak gerekir. Gerek Filistin halkının gerek İslam dünyasının birbiriyle uğraşmayı ve birbirini zayıf düşürmeyi bırakıp, bütün enerjilerini Kudüs’ün işgalden kurtarılmasına teksif etmeleri gerekir.
 
Mücadelemizde Hz Peygamberi örnek alıp, tıpkı Onun gibi emin, dürüst, adil ve çalışkan olmalıyız. Kudüs’ü ancak her şeyi ile topluma/dünyaya örnek olan insanlar kurtarabilir. O
 
insanın nasıl olacağını tüm dünyaya göstermeliyiz. Duygularımızla hareket etmek yerine aklımızı kullanmalıyız. Üniversitelerimizin araştırma merkezlerinde, bağımsız enstitülerde bilgi üretip, teknoloji açığımızı gidermeliyiz.
 
Ahmet Albayrak Hocanın ifadesiyle, Kudüs ve Mekke’nin kurtuluşu için aklı başında çocuklar yetiştirmek gerekir. Yüz anne baba böyle çocuk yetiştirse, bunların arasından bir Selahaddin Eyyubî çıkar. Yeter ki bu ümmet çocuk büyütme ile yetiştirme arasındaki farkı kavrasın. İnsanın, soruyla, inatla, direnişle, acıyla, aşkla, çileyle yetişeceğini görsün. Bizim Kudüs edebiyatına değil, çocuk edebiyatına ihtiyacımız var.
 
Kudüs sadece Müslümanların değil, tüm insanlığın ortak sorunudur. Hıristiyanları, Siyonist olmayan insaflı Yahudileri de yanımıza çekmek ve ortak platformlar marifetiyle, sorunu uluslararası zemine taşımak gerekir. İletişim çağında, sesini duyurmak için sadece slogan atmakla kalmayıp, dünya çapında etkili iletişim araçlarına sahip olmamız iktiza eder. Bunun içinde uluslararası etkiye sahip televizyonlar, gazeteler, ajanslar, sosyal medya markaları oluşturmamız gerekir
 
Kudüs sadece dini bir mekân değil aynı zamanda insanlığın ortak kültür hazinesidir. Buradaki tarihi eserleri, yapıları ve kültür mirasını iyi öğrenmek, bunların İsrail tarafından nasıl tahrip edildiğini dünyaya anlatmak, BM’yi, UNESCO’yu harekete geçirmek gerekir.
 
İslam ülkelerinin yöneticilerini birleşmeye, ortak tavır almaya, birlikte hareket etmeye ikna yolları aranmalıdır. İktidarlar birleşmiyorsa, sivil toplum örgütleri marifetiyle Müslümanların birleştirmesinin çaresine bakılmalıdır. Bütün gücümüzle ve meşru araçlarla mücadelemizi sürdürürken şiddete meyletmemeye, hukuki zeminde kalmaya özen gösterilmelidir. Zira şiddet marjinalleştirir ve düşmanı meşrulaştırır.
 
Ne yazık ki Müslüman ülkeleri yönetenler bu sosyolojik taleplere cevap vermek yerine başka arayışların içindeler.
 
Taraflar kutsal üzerinden yürüttükleri tavizsiz iddialarını sürdürdükleri sürece bu topraklara ve genel olarak dünyaya barışın gelmesi boş bir hayal gibi görünüyor. Oysa taraflar makul olanı isteyerek, söz konusu toprakları yeniden birlikte ve eşit olarak yaşadıkları yeri barış yurduna yani Darü’s selam’a dönüştürebilirler.
 
Sorunun çözümü biraz da kutsalların ürediği tarihi arka planı açığa çıkarmaktan geçmektedir. Her din kendi adına kendi kutsalının hangi tarihi koşullarda ortaya çıktığını ve değerini sorgulamalı ve yeniden yorumlamalıdır. Çünkü kutsal olan şeyler barışa, iyiliğe, adalete hizmet ettiği sürece değerlidir. Ama kutsallar iyilik yerine kötülük, adalet yerine zulüm üretiyorsa ve farklı inanç ve düşüncelere mensup insanların barış içinde bir arada yaşamaları yerine çat
 
otoritelerini sürdürmelerine yol açıyorsa, o kutsalların değerini sorgulamanın zamanı gelmiş demektir.
 
Abdurrahman Dilipak geçtiğimiz gün yayınlanan yazısında meseleyi çok doğru ifade etmiş. Kudüs kurtarılmayı bekliyor değil, bizi kurtuluşa davet ediyor. Uyuşuk köleler gibi sinirleri ve iradesi alınmış haysiyetsiz kişilikten kendi iradesine sahip çıkıp bir özne, bir fail olmaya davet ediyor. Kudüs kurtarılmaktan ziyade içinde bulunduğu durumla bizi kurtuluşa davet ediyor
 
Şu anekdotta görüleceği gibi; İsrail, tüm dünya ve Filistin için bir patolojidir. Bununla başa çıkmazsak bu patoloji hepimize bulacaktır. Çünkü bulaşıcı bir karaktere sahiptir. Başı Kipalı müfettişler bir Yahudi İlkokulunu teftiş ediyorlar. Öğretmen öğrencilere soruyor ve öğrenciler de hep bir ağızdan cevap veriyor.
 
-Süleyman Tapınağı’na inanıyor musunuz?
 
-İnanıyoruz.
 
-Tapınak nerede inşa edilecek?
 
-Mescidi Aksa’da.
 
-Mescidi Aksa ne olacak?
 
-Yıkılacak.
 
-Kudüs ne olacak?
 
-Tamamen Yahudi. Araplar ya ölecek ya köle olacak.
 
Müfettişler; “Ne güzel hepsini öğrenmişler.” diye memnuniyetlerini ifade ediyorlar.
 
Bu tür bir hastalıklı düşünceye sahip olan Siyonistlerden, Mustafa Öztürk Hocanın söylediği gibi; “Kudüs meselesinin çözümünde, Yahudilerden insaf ve izan beklemek boşunadır.” Onların anladığı lisan güçtür/savaştır. Bu bağlamda zamanını kestiremem ama meselenin kesin çözümü için, Türküye-İsrail savaşı kaçınılmaz görünüyor.
 
Selam ile.
 
 
 
First Page Next Page 1 Previous Page Last Page Sayfa 1 / 1 -- Listelenen Sayfa Sayısı 1
 Prof.Dr.İlahiyatçı
 Hayreddin KARAMAN
 Din, kültür, medeniyet sapkınları boş durm ...
............................................
 Araştırmacı-Yazar
 Hüseyin BÜLBÜL
 Dinde Peygamberin Örnekliği ...
............................................
 Araştırmacı-Yazar
 Harun GÖRMÜŞ
 Bilim ve Din Çatışır Mı? ...
............................................
 Araştırmacı-Yazar
 Haydar ÖZTÜRK
 Taklit ve Atalar Kültür ...
............................................
 Araştırmacı-Yazar
 OSMAN COŞKUN
 Gazze Halkına Gazel Okuyan Müslüman Coğraf ...
............................................
 Araştırmacı-Yazar
 Muhammed CELİL
 Sözün Bittiği Yer Gazze ...
............................................
 Üni. Öğretim Üyesi
 Dr.Cahit KARAALP
 Davet Yolunda Dikkat Edilecek Hususlar ...
............................................
 Araştırmacı-Yazar
 Abdülaziz KIRANŞAL
 Ramazan ve takva etkisi ...
............................................
 Aile Danışmanı
 Asiye TÜRKAN
 Zulümden yorgun düşen bizler! ...
............................................
 Yönetim Kurulu Başk.
 Selahaddin ALIÇ
 Ramazan ve Duyarlı Müslüman.. ...
............................................
 

Enerji içeceklerinin fazla tüketimi çocuklar için tehlike kaynağı
26.02.2022

Bilim insanlarından "kahve" araştırması: Ömrü uzatıyor
25.02.2022

Nadir görülen genetik bir hastalık: Progeria
23.02.2022

Ölüm anında insan beyninde neler oluyor?
23.02.2022

Antibiyotikler Tedavi Özelliğini Kaybediyor
22.02.2022

Gereksiz Aspirin Mide ve Beyin Kanamsı Nedeni
20.02.2022

Her 100 Kişiden Birinde Çölyak var.
20.02.2022

Çocukları Bekleyen Büyük Tehlike.
19.02.2022

Cilt Kreminde Civa Çıktı.
18.02.2022

Skandal ! Hamburgerde İnsan ve Fare DNA'sı bulundu.
15.02.2022

Tüm Haberler
Mail adresinizi ekleyin yeni faaliyetlerimizden anında haberdar olun.
  Kuruluş 2010 : Selahaddin ALIÇ Copyright © 2010-2021 Hedem Helal Denetim ve Sertifikalandırma Merkezi
Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu, kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir. İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.