Benzemek ne demek? İki kişi veya nesne arasında birbirini andıracak kadar ortak nitelikler bulunmak, andırmak. (TDK)
Benzeme konusunda bizim ele alacağımız konu; bir toplumun bir başka toplumun düşüncesini ve yaşamını şekillendiren, hayatını düzenlemeye çalışma adına yapılan benzeme/benzeşme/taklit ana konumuz olacaktır.
Her toplumun kendi ‘nevi şahsına münhasır’ yaşam şeklini oluşturan; örfü, adetleri, geleneği ve bunlardan neşet eden norumları vardır. Bunlar atadan evlada tevarüs edegelen, zaman içerisinde başkalarından da etkilenen (benzeyen) kişinin hayatını şekillendiren inanç ve davranışlardır.
Bu bağlamda İslam, oluşturduğu toplumun fertlerinden, tam olarak kendisinin koyduğu kural ve kaidelerine uymalarını, başkalarına benzememelerini ister. Bu norumlarla hareket edildiği taktirde yapılanlara onay verir, meşru görür. Evvel emirde bu kurallara ilk uyması gerekenin de Allah resulleri ve daha sonrada onlara iman edenler olduğunu da bildirir. “Seninle birlikte tevbe edenlerle birlikte emrolunduğun gibi dosdoğru davran. Ve azıtmayın. Çünkü O, yaptıklarınızı görendir.” (Hud 112)
Bu dava, en başından itibaren meşrudur ve meşruiyet zemininde yürümüştür. Bu böyle olmakla birlikte (içimizden bazıları) gayri meşru yöntemlere tevessül edenler, ayetin ifadesiyle “azanlar” tevessül ettiklerine benzeyip yok olup gittiler. İslam, hayatın tamamını kuşatan, muhkemle belirlediği kuralları, sınırları olan ve o sınırların çiğnenmesine tahammülü olmayan bir dünya görüşüdür.
İslam’ın bütünlüğüne inananlar, ondan ne bir şey eksiltirler nede ziyadeleştirirler. Bu en başta İslam’ı insanlara duyuran resullerin vasıflarıdır. (Hakka suresi 44,45,46,47) Ona bir şey eklemeye kalkıyorsanız, onun eksik olduğuna, yok çıkarıyor veya uygulamıyorsanız, onda fazlalık olduğuna inanıyorsunuz demek değil midir? Buda Allah ile yaptığınız akitleşmeyi bozmak anlamına gelmiyor mu? Siz Allah’ın dininde bir eksiklik veya fazlalık mı görüyorsunuz da bunu yapma cüretkarlığını kendinizde görüyorsunuz? Bu dinin sahibi Allah’tır O dinini tamamlanmıştır. “…Bugün size dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslam’ı seçip beğendim...” (Maide 3) Bizim bu din üzerinde tasarruf edme hakkımız yoktur.
İslam kendi bütünlüğü, içerisinde kalırsa meşrudur. Dolayısıyla meşru bir dava olan İslam’ı gayri meşru araçlarla, gayri meşru yöntemlerle, sürdüremez ve hakim kılamazsınız.
Şunu kabul etmek gerekir ki, en büyük tehlike inançta başkalarına benzemektir. İnancın amele dönüşmesi bundan sonra gelecektir, ‘fikriniz ne ise zikrinizde o olacaktır.’ Şeklî benzeme, taklit edilenlerin bütün değerleriyle benimsenmesine ve onlara tam bir uydu olmaya kadar uzanan bir gidişin başlangıcıdır. Her dünya görüşü yaşam tarzını içinde barındırır. Meyledilen her yaşam şekli zamanla inanca dönüşür. ‘İnandığınız gibi yaşamaz iseniz yaşadığınız gibi inanırsınız.’ Bu şu demektir; herhangi bir dünya görüşünden bir şeyleri aldığınızda, onun doğruluğuna kanat getirmeye başladığınızda, zamanla onun inancını da benimsemeniz kaçınılmaz olacaktır. Dolaysıyla ne kadar aldıysanız kendi inancınızdan da o kadarını feda edersiniz. Başkalarını benimseme, taklit etme, özenme sonunda bizi onlar gibi yapar. Ve Allah resulünün şu tehdidiyle karşılaşırız; “Bizden başkasına benzeyen bizden değildir” (Tirmizi)
İslam, kendisine teslim olanlardan, kendi ilkeleriyle donanmış şahsiyetlerin oluşmasını ister. Bu şahsiyet, her hal ve şarta bilinçli bir şekilde İslam’ın ilkelerini korur, şahitliğini yerine getirir ve yapmakta olduğu ve yapacağı her işe İslam kimliğinin damgasını vurur. O ‘zamana uy’an değil, hayatının her alanını hakka ve hakikate göre uymayı hedefleyen ve zamanı hak üzere yaşayandır.
Bundan dolayı azmi, iradesi olmayan, ayakları yere sabit basmayan, düşüncesi üzerinde sebat gösteremeyen, karşılaştığı her düşünce, kişi ve ideolojiye tabi olan kişiliksiz kişilerin aziz İslam’ın bünyesinde yerleri olmadığı gibi, bunlar her zaman da iğreti durmaktadırlar. Bastırılmamış fıtrat bu tür kişiliksizliğe meyletmez; kaypak, eyyamcı, günü kurtarmanın peşinde, ‘şakşakçı’, hayatını başkalarının istek ve arzularına göre düzenleyen silik, kişiliksiz şahsiyetlerdir.
Körü körüne her türden taklitçiliğin temelinde böyle bir şahsiyet özürlülüğü ve kusuru yatmaktadır.
Bu şahsiyetsizlik kusuru ne yazık ki, toplumumuzun genelinde yaygınlık kazanmış durumdadır, bundan dolayıdır ki; aziz davanın değerlerini başkalarına peşkeş çekme, ne pahasına olursa olsun, taklit edilen milletlere benzeme seviyesizliğine düşülmüştür ki, hiçbir yaldızlı söz ve kelime oyunları bu düşüklüğü örtbas etmeye yetmiyor. Dolayısıyla böylesi bir toplum ciddiye alınmıyor ve kimse de itibar etmiyor. İslam’ın temel düşüncesi olan tevhitten yoksun, ya da ondan vazgeçmiş toplumlar, sınırsız bir taklit ve aşağılık duygusu içine düşmeleri kaçınılmazdır.
‘Taklit, zamanla alışkanlık ve huy haline gelir.’ Bu duygu içerisinde olanlar, çok kişilikli düşünce bunalımı yaşadığından, kendilerine empoze edilen hayat tarzlarına sarılmayı bir fazilet, bir üstünlük, hatta ‘çağdaşlık’ olarak değerlendirir ve hakkı savunanları da edepsizce suçlamaktan asla çekinmezler. “Ey inananlar, eğer kendilerine kitap verilenlerden (herhangi) bir gruba uyacak olursanız, sizi imandan sonra küfre döndürürler.” (Al-i İmrân 100)
Anti parantez şunu da söylemeden geçemeyeceğim; onlar edep yoksununu olabilir; biz olamayız. Onlar küfredebilir; biz edemeyiz. Onlar mahreme, el, dil, göz uzatabilir; biz uzatamayız. Onlar gerçek kimliğini gizleyip, maskelerinin arkasına saklanıp, Müslüman olduklarını iddia edip, gavur gibi yaşayabilirler, helali haramı gözetmeye bilirler; ama mü’minler asla böyle davranamaz. Ahirete iman; yapıp ettiklerinin hesabını vermek demektir… Ne demişti bilge kral Aliya “Savaş ölünce değil, düşmana benzeyince kaybedilir”. Herhangi bir konuda, birine tepki verirken eğer düşmanımız gibi davranıyorsak biz kaybetmişizdir…
Birilerini taklit etmek, zaten peşinen yenilgiyi kabul etmek demektir. Onun için, İbn Haldun’un, “mağluplar galipleri taklit eder” sözü meşhurdur. Ama bu mağlubiyetin hangi manada algılanmasıyla alakalı bir şeydir.
Bizde mağlubiyet, batıla meyledip, haktan sapınca başlar.
Dolaysıyla mü’min hiçbir zaman mağlup değildir. Bizler bu dünyada yenilmiş olsak da hak üzerinde olduğumuz müddetçe galibizdir. Bu dünyanın bir de rövanşı/ahireti var, ahiret yurdu hak üzerinde olan muttakilerindir. Bu dünyada galibiyet veya mağlubiyet birer imtihandır; galip gelirken de mağlup olurken de hak üzere misin ona bak! Çünkü her iki halde imtihandır. “Eğer size bir sıkıntı isabet ederse, başka halklara da benzeri sıkıntı isabet etmiştir. Bu günleri, insanlar arasında döndürüp dururuz. Bu, Allah’ın içinizdeki gerçek inananları ayırt etmesi ve gerçeğin tanıklarını belli etmesi içindir. Allah, zalimleri sevmez.” (Al-i İmran 140) Zulüm hakkın zıddıdır, zulmü işleyene/failine de zalim denir.
Bir başkasına benzememek, mü’minin kendi ilkeleri doğrultusunda bir kimlik oluşturmak ve o kimliği korumak, her hal ve şartta ödün vermeden tek başına da kalsa, doğruya, iyiliğe ve hakka sahip çıkmaktır. Bu konuda örneğimiz Muhammed (as) ehli kitaba, müşriklere ve Mecusilere muhalif davrandığını, onlara benzeme konusunda nehiy ifadeler kullandığını biliyoruz. “Bizden başkasına benzeyen bizden değildir” (Tirmizi) “Kim bir kavme benzemeye çalışırsa, o da onlardandır.” (Ebû Dâvud)
“Bizden değildir”! Çok ağır bir ifade. Biz kimiz? Her halde burada kast edilen; Araplar, Türkler, Acemler… olmasa gerek! Olsa olsa Kur’an’a iman eden, hayatını O’nun çizdiği sınırlar çerçevesinde, O’nun istediği gibi yaşamaya çalışanlardır. Bu bağlamda Araplara (örf ve adetleri) benzemeye çalışmakta kınanmış olmuyor mu?
İslam kendisini kabullenenden, İslami kimliğini iman esasları çerçevesinde oluşturması ve imanını koruması çok büyük önem arz etmektedir. “Ey inananlar, eğer kâfirlere itaat ederseniz, sizi ökçeleriniz üzerinde gerisin geri küfre çevirirler.” (Ali İmran 149) Yaşadığımız hayata dönüp bakmak, kendimizi muhakeme etmek gerekmiyor mu, kime benziyor, kimlere itaat ediyoruz? Maalesef bugün düşmanların yaşam tarzları fikir ve idealleri bize 3 nesil boyunca çeşitli entrikalarla ve baskılarla zorla empoze edildi. Artık gelinen noktada genel olarak, onlar gibi yaşıyor onlar gibi düşünüyoruz. İnsan kendine sormadan edemiyor: Biz düşmana benzemek için mi bunca savaşı yaptık?
Şunu demeye çalışıyoruz, kendisini İslâm’a nispet eden, bu ümmetin bir ferdi olan şahsiyetler, yaşamakta oldukları hayatı tekrar gözden geçirmeli, İslam dışı ne kadar unsur var ise hayatından söküp atmalı, başkalarına benzemekten azami ölçüde kaçınmalıdır. Organize bir topluluk oluşturulmalı, bize ait olan güzelliklerin ve özelliklerin yaygınlaştırılmalıdır. İslami kimlik, ümmet bilincinin bütünlüğü ancak bu şekilde oluşur ve korunur. Onurlu bir hayat, kimlik, kişilik ve haysiyetli kalma iradesi, bu değerlere sahip çıkma ve onları koruma mücadelesinden ibarettir. “Allah’a kul olma kişiliği”ni kazanma iradesi nefsimizle, bizi biz olmaktan alıkoymak, çeldirmek isteyenlerle bir ömür boyu devam eden bir savaş olduğu hatırdan çıkarılmamalıdır. “…Sizden onları kim dost edinirse, kuşkusuz onlardandır. Şüphesiz zalimler topluluğu hidayete ermez.” (Maide 51) Ayetin hükmünün her zaman geçerli olduğu unutulmamalıdır.
Ezcümle, İslami şahsiyet; hayatının her safhasında, İslam’ın kendisinden istediği, vakarına yaraşır, onurlu bir duruş sergileyendir.
Vesselam
|