İslâm âlimleri tarafından dinle ilgili yapılan tariflerde dinin benimsenmesi ve kabulü konusunda insanın irade ve tercihine büyük önem verildiği görülmektedir. Bu bakış açısına göre dini benimseyip yaşamaları için kişi vicdanına baskı yapılamaz. Esasen dinin temelini inanç teşkil ettiği için inanca da nüfuz edilip müeyyide uygulanması imkânsızdır. Bir gönül işi olan herhangi bir inancı zoraki kişiye benimsetmek, oraya yerleştirmek fiilen de mümkün değildir. Sıhhati konusunda muhaddislerin ittifak ettiği, “ameller niyete göredir” hadisinde de görüleceği üzere, kişinin bütün davranış ve fiillerinin niyetlere yani onlarla amaçladığı hedeflere göre değer kazanacağı belirtilmiştir. Şu halde, iradeli bir tercihe dayanmayan ve gönülden benimsenmemiş bir dindarlık, dinî açıdan inkârla eşit tutulan nifak anlamına gelir ve kişiye mânevî bakımdan hiçbir şey kazandırmayacağı gibi, gizli şirk emaresi taşır.[1]
Kur’an-ı Kerim müşrik Arapların ve Kitap Ehli’nin yanılgılarına işaret edip onları doğru yola davet etmekle beraber, mevcut realiteyi dikkate alarak insanların hür iradeleriyle benimsedikleri dinleri konusunda baskıcı ve zorlayıcı olmamıştır. Nitekim şu ayetler bu gerçeği açıkça gözler önüne sermektedir: “Dinde zorlama yoktur. Artık doğru, yanlıştan ayrılmıştır. O halde tâğûtu/insanı Allah’tan uzaklaştıran her şeyi inkâr edip Allah’a inananlar, hiçbir zaman kopmayacak en sağlam kulpa tutunmuşlardır. Zira Allah her şeyi işitendir; her şeyi bilendir.”[2] “De ki: “Hak, Rabbinizdendir. Dileyen inansın, dileyen inkâr etsin…”[3] “Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzündekilerin hepsi elbette iman ederlerdi. O halde sen, inanmaları için insanları zorlayacak mısın?” [4]
Kuran-ı Kerim’e anlama ve düşünme şartıyla başvurulduğu zaman İslam’da tam bir din hürriyetinin bulunduğu apaçık anlaşılır. Din hürriyeti bir insanın istediği dini seçme, sonra bırakma; seçtiği dinin emirlerini yerine getirme veya getirmeme hürriyetidir. Bu din hürriyeti Kuran’da hem Müslüman’a hem Müslüman olmayana tam olarak tanınmıştır. Görmek istemeyene gösteremezsin. Onu kendi haline bırakmak gerekir. İnsanlar hakikatin kabulü veya reddi için asla zorlanmamalı. Onları kendi haline bırakmalı.Zira insanların çoğuna öğüt faydasızdır. Kur’an’ın ifadesiyle onların kalpleri mühürlenmiştir, kulaklarında ağırlık vardır işitmezler.
“Dinde zorlama yoktur…” ayetinin nüzul sebebi olarak kaynaklarda şöyle bir olay anlatılır: İslam’dan önce, çocuğu durmayan Ensar kadınları, doğacak çocuklarının yaşaması halinde o çocuğu Yahudiler arasında yetiştirip Yahudi yapacaklarına dair adakta bulunurlardı. Bu kadınlar, bu amaçla Beni Nadir Yahudilerinin yanlarına verdikleri çocuklarını, bu kabilenin ihaneti nedeniyle Medine’den sürülme cezasına maruz kaldığında çocukların da onlarla beraber gitmelerini önlemek için, Müslüman olmaya zorlamışlardı.[5]
Ayetin iniş sebebi olarak nakledilen başka bir olay da; Salim b. Avf Oğullarından bir kişinin, Şam’dan gelen bir tüccarın telkiniyle Hristiyan olan iki oğlunu, o tüccarla Şam’a gitmelerini önlemek için tekrar İslam’a girmeye zorlaması ve Hz. Peygamber’den onları İslam’a döndürmesini istemesidir.[6] Ayetin iniş sebebi olarak nakledilen olaylardan anlaşılacağı üzere, Hıristiyanlığı veya Yahudiliği kabul eden Ensar çocuklarını ebeveynlerinin baskı yoluyla İslâmlaştırmak isteğine, âyetin içerdiği prensibin engel olduğu, inanç konusunda baskı ve zorlamanın yeri olmadığı/olamayacağı açıkça anlaşılmaktadır.
İslâm’da din ve vicdan hürriyetinin sınırlarını belirleyen en sarih ayet olan “Dinde zorlama yoktur; artık hak ile bâtıl tamamen birbirinden ayrılmış ve hak bütün açıklığıyla meydana çıkmıştır” ayetiyle ilgili âlimler çeşitli görüşler ileri sürmüşlerdir. Aşağı yukarı üzerinde ittifak edilen konu, bir dini zor kullanmak suretiyle benimsetmeye çalışmanın İslâmî bir davranış olmadığıdır. Ancak ayetteki “ed din” ifadesi bazı âlimlerce kişinin “dini kabul ederken” şeklinde okunmuştur. Bu okuma biçiminden hareketle Müslüman bir kimsenin namaz, oruç gibi ibadetlerin ifasında ve tesettür konusunda kişinin zorlanabileceği kanaati hâsıl olmuştur. Hatta bir adım daha ileri gidilerek insan fıtratına asla uymayan bir şekilde, namaz kılmayan kişinin dayaktan ölüme kadar cezai bir sürece tabi olacağı dini literatürde dillendirilmiş ve garip bir şekilde bu görüş pek çok kimse tarafından da kabul görüp benimsenmiştir. Hâlbuki bir davranışın yapılmasında Allah veya insanlar tarafından baskı kullanıldığı takdirde seçme hürriyeti ortadan kalkacak ve bu durumda dünya imtihan alanı olma özelliğini kaybedecektir.
Hz. Peygamber’den itibaren günümüze kadar bütün Müslümanlarca benimsenmiş bulunan ve belli bir formu olan namaz, oruç, hac, zekât gibi temel ibadetlerin benimsenmesi Müslüman olmanın olmazsa olmaz şartı olarak kabul edilmiştir. Bu kabulden hareketle ibadetlerin fiilen yerine getirilmeyişi dinî hayat açısından problemler olmuştur. Ancak İslâm bilginlerinin büyük çoğunluğuna göre bu durum inanç/akaid açısından bir sakınca teşkil etmez. İbadetlerin terki durumunda da bunun dünyevi bir cezası söz konusu değildir. Bu durum tamamen uhrevidir. Bir Ceza verilecek ise bu cezayı Ahirette Allah verecektir. Buna göre ibadet sorumluluğunu yerine getirmeyen bir Müslüman inkâr söz konusu olmadığı müddetçe İslâm dairesi sınırlarının dışına çıkmış olmaz. İnsanlara kâfir olma tercihini Allah vermiştir! Dini kabulde ve dini sorumlulukları yerine getirmede zorlama olmaz. Böyle bir zorlama insanların “münafık” olmasına sebep olur!
Dr. Ahmet Bayraktar Hocaya göre; Dinin ortaya çıktığı dönemin şartları dikkate alındığında namaz kılmayanın dövülmesi, öldürülmesi ile töreye karşı gelenin öldürülmesi düşüncesinin aynı noktaya, lidere itaat kültüne referansta bulunduğu anlaşılmaktadır. Kabile asabiyetine dayalı bir sosyalitede şekillenen fıkıh, toplumun kabul ettiği değerleri dinin hükümlerine de yansıtmıştır. Kuran’da dinin hangi kurallarının ihlalinin cezalandırılacağı açıkça belirtildiği, peygamberimizin pratiği de bilindiği halde âlimler bu hükümleri muhtemelen topluma mutabakat saikiyle sahiplenmiştir.
Zaman ve mekân aşkın varlık olan Allah’ın emirlerinin, mukayyed durum ve şartlarda nasıl hayata geçirileceği konusunda önce peygamberler sonra da din alimleri belirleyici olmuştur. Peygamberlerin hüküm ve kararları Allah tarafından kontrol edilirken, âlimlerin kararlarının belirleyicisi çoğu zaman yaşadıkları zaman ve zemin olmuştur. Bu gerçeğin farkında olan İslam âlimleri örfü bir kaynak olarak kabul etmiştir.
Meselenin tarihi bağlamını izah ettikten sonra bizim bu ayeti bugün ve o gün Sünnetullah ve Resulallah’ın yol göstericiliğinde nasıl anlamamız gerektiği konusuna bakmamız gerekir. Sünnetullah, Allah’ın insan ve topluma koyduğu kurallara ve dolayısıyla sosyal ve beşeri bilimlerin bulgularına; Sünnetur’rasul ise peygamberimizin eylemlerini ifade etmektedir.
Dinde zorlama yoktur” ayetinde, ed Din’in ne olduğunu Kur’an bize söylüyor. “Allah katında din İslam’dır.”[7] İslam kelimesinin etimolojisini yapan dil bilimci âlimler kelimeye, “boyun eğmek ve iradî olarak uymak suretiyle barış ortamına girmek ve bir varlığa itaat etmek” şeklinde anlam vermişlerdir. Bu haliyle “İslam’da zorlama yoktur” ayeti İslam’ın pratiği de dâhil bütünü hakkında belirleyici ve söz sahibi olacak demektedir.
Ayetteki anahtar kavramlardan olan “ikrah”/zorlama bir iletişim kavramıdır. Sözlükte “istememek, rızâ göstermemek” anlamındaki kürh (kerh) kökünden türeyen ikrâh, kişiyi razı olmadığı bir işi yapmaya zorlamak manasına gelir. Cebir ve tehdit kullanarak kişiyi rıza göstermeyeceği bir söz veya davranışa zorlamak anlamında fıkıh terimidir. Kişiyi herhangi bir davranışa yönlendirmenin yollarından bir tanesidir.
“Kişinin hür irade ve seçimle Müslümanlığı benimsemesi ve onun temel esaslarına iman etmesi, dinî görevlerini kimsenin baskısı altında kalmadan isteyerek yerine getirmesi İslâm’ın ana ilkelerinden biri, dindarlığın gerçek ölçüsü olduğu gibi hukukî ilişkilerde irade hürriyetinin ve rızânın korunması, hak ve sorumlulukların dağılımında hür iradeye dayalı davranışların esas alınması da hukukun ana gayelerindendir. Cebir ve tehdide mâruz kalan kimsenin hür iradesinden söz edilemeyeceği için söz ve davranışlarının tabii sonuçlarında zorlayan ve zorlanan açısından bazı değişiklikler yapma ihtiyacı gündeme gelir.”[8]
İradeye bağlı bütün fiil ve davranışların iyi veya kötü olması açısından dinî bir değer taşıdığı muhakkaktır. Namaz kılmaya veya dinin her hangi bir emrini yapmaya zorlanan bir kişi namaz kılabilir veya diğer emirleri yerine getirebilir. İlk bakışta herhangi bir kurala aykırılık yoktur. Ancak Sünnetullah’a baktığımızda durumun hiç de böyle olmadığını görebiliriz. Çünkü samimiyetsiz ibadet hedefine yönelik olmayan gereksiz bir iş ve bir gösteriş niteliğinde olup dinî açıdan herhangi bir değer taşımaz.
Allah kullarının emirlerini yerine getirmesi için hiçbir şekilde icbar/zor ve ikrah dilini kullanmamıştır. Önce kullarına neden bir din indirdiğini izah etmiş. Sonra onlardan istedikleri ve istemediklerinin sebebini ve gerekçesini sunmuştur. Sonrasında da bu isteklerin yapılması halinde kişinin elde edecekleri ile yapmaması halinde kaybedecekleri söylenmiştir. Peygamberimize yöneltilen emirlerde de “Ehline namazı emret ve bu konuda ısrarcı ol” buyurulmuş, hiçbir şekilde döv, zorla, isteseler de istemeseler de yapacaklar türünden bir zorba dili kullanılmamıştır.
Allah’ın herhangi bir emrini yerine getirmeye hiç bir kimse zorlanmamalıdır. Zira İkrah kavramının ayette geçtiği haliyle kişinin istemediği bir işi yapmaya zorlanması nefret ettirilmesini de beraberinde getirir. “Allah’tan bir rahmet olarak onlara yumuşak davrandın! Şâyet sen, kaba ve katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından ayrılıp/dağılıp giderlerdi”[9] ayetinden de anladığımız gibi eğitimde ve tebliğde metot olarak yumuşak davranmak zor ve kaba davranmaktan kaçınmak gerekmektedir. Bütün bunlara ek olarak kişinin fıtratına aykırı bir şekilde bir şeyi yapmaya zorlandığında nefret duygusunun geliştiği tecrübî ve ilmi olarak tespit edilmiştir. Kişi sıradan ve tabi bir olay olan su içmeye dahi zorlansa bir müddet sonra suya karşı bir nefret oluştuğu, sudan midesinin bulandığı gözlenmiştir. Çok uzağa gitmeden kendi hayatımızda nefret ettiğimiz şeylerin aslında istemediğimiz halde zoraki yaptıklarımız olduğunu rahatlıkla görebiliriz. Normal hayatın gerekleri için nasıl ki istemek ve sevmek başlıca unsur ise dinin emir ve yasakları için de aynı kural geçerli olmalıdır. Bu bağlamda istemeden kılınan namazın, tutulan orucun kimseye bir faydası olmayacaktır
“Günümüz şartları ve örfü açısından baktığımızda şu tespitleri yapmamız gerekmektedir. Bireyci batı medeniyeti bizim dünyamızı, çocukların ise zihin ve kalplerini işgal etmiştir. “Ben istersem yaparım kimse karışamaz” kendi dininin okumasıdır. Dolayısıyla çocuklarımız her ne kadar bizim evimizde yetişse de izlediği filmler, muhatap olduğu sokak batının standartlarında olduğu için düşünce ve karar mekanizmaları da bu önermelerle çalışmaktadır. Bu nesle karşı sorumluluğumuzu ve yapmalarını istediğimiz şeyleri dikte ederek değil ancak onlara örnek olarak yerine getirebiliriz. Onlarla seviyeli bir ilişki kurmak, şefkatle davranmak prensibimiz olmalıdır.
Allah bu dini “seçmek” için göndermiştir. Fıtrat sapasağlam içimizde durmaktadır. Bütün dünya sapkın, zalim olsa da adalet, iyilik ve güzellik bir yerlerde fışkıracaktır. Büyüyen fidan korunur, büyümeye zorlanmaz. Büyüsün diye tepesinden çekip boyunu uzatmaya kalkışırsak kökünden kopar ve bütün emeklerimiz boşa gider. İnsanın kökü daha narindir. Biz ne kadar onu sevip korursak o da o kadar sevgimize karşılık verecektir. İnsanları nefret ettirmek asla bir tercih olmamalı. Allah’ın dinine bu zulmü yapmaya hakkımız yok.”[10]
Eğitimde zorunluluk
Çocuklarımız ilk başlarda dini ilkeleri ve emirleri reddetmeye yatkın olacaktır. Bu halden endişelenecek bir durum yoktur. Bu durum aslında doğal bir süreçtir. Çocuk kendisine zorla yaptırılmak istenen hiçbir şeyi kabul etmeyecek, kendince mantıklı bir sebep ve gerekçe bulana kadar iman ve İslam’ın şartlarından hiçbirini yerine getirmeyecektir. Eleştirilip sorgulandıktan sonra kabul edilen bir inanç güçlü bir temele oturacağı için sonradan pişman olunacak bir davranış da değildir.
Çocuklara yapmasını istediğimiz bir şeyi anlatmaktan ziyade onlara örnek olmak gerekir. Örneğin yedi yaşındaki çocuğunuza namaz kılmasını söylemek ve onu zorlamak, tehdit etmek ve korkutmanın bir faydası olmayacaktır. Bunun yerine, evde veya camide namaz kılındığını gören çocuk, günü geldiğinde baba, anne ben ne zaman namaz kılacağım diye sorar. Ailesinin namaz kıldığını görmemiş bir çocuğa namaz kıl demek zorbalıktır, riyadır.
Ülkemizdeki eğitimin insanların sırf bir meslek sahibi olması mantığı ile yapılması, aslında insanları istemedikleri ve hiçbir zaman mutlu olamayacakları bir sürece sokmak anlamına gelmektedir. Bu bağlamda skolâstik bir mantığın gönülsüz müminleri olan öğrenciler hiçbir zaman tam olarak öğrenci olmayacaklar ve zorla içine sokuldukları bu süreci delmek ve inkıtaya uğratmak için ellerinden gelen her şeyi yapacaklardır.
İster genel eğitimin isterse dini eğitimin temeli gönüllülük esasına dayanmalıdır. Kimse inanmaya zorlanamayacağı gibi; dinî veya bir tür ideolojik deli gömleği giydirmeyi amaç edinen genel eğitime de zorlanmamalıdır. Ancak eğitim sistemi vasıtasıyla daha kolay yönetilebilir, homojen bir toplum oluşturulmak istendiği için ülkemizde hem dini eğitim hem de genel eğitim zorunlu yapılmaktadır. Okullarda hem din dersi hem de diğer dersler öğrencinin ilgi ve yeteneğine göre seçmeli olarak verilmelidir.
Eğitim sistemimizin temeli maalesef korku ve endişe, tehdit ve ceza üzerine kuruludur. Eğitimin mecburi olması bütün insanların eşit olduğu saçmalığı savına dayanır. Sevgi ancak korku olmadığında var olur. Eğer korkuyorsanız sevemezsiniz, sevmediğiniz şeyi öğrenemez ve saygı da duymazsınız.
Hali hazırdaki mecbûrî din eğitimi, ikiyüzlülüğe yani riyakârlığa ve dinden soğumaya hizmet ediyor. Şu an ülkemizde ciddi bir “deist” ve “ateist” oluşum yaşanıyor. Bu pratikten anlaşıldığı üzere mevcut haliyle okullarda zorunlu olarak okutulan ama hayatta bir karşılığı olmayan din eğitimi ve öğretiminin bir faydasının olmadığı aşikârdır. Üstelik bu gidişatta zorunlu din derslerinin payı ne kadardır? sorusu da anlamlıdır diye düşünüyorum.
Televizyonlarda veya çeşitli yerlerde din adına yapılan, aslında dinle, akılla ve bilimle de alakası olmayan ipe sapa gelmeyen programlar izleyici rekorları kırıyorsa din anlayışımızda ve bu anlayışı oluşturan resmi veya Ali Bardakoğlu Hocanın kavramsallaştırmasıyla söylersek “merdiven altı din eğitimi ve öğretimi”nde büyük sorunlar var demektir. Müslümanların bir türlü farkına varamadıkları ana meseleleri budur.
Din eğitiminin seçmeli olmasına bir kısmımız tepki gösterebilir. Ancak sorgulamaya imkân tanımayan, sadece kalıplaşmış bilgileri sunan bir sistemde öğretilen din, ancak ‘’dayatılan kutsalları’’ korumak için bir afyon işlevi görür. Bunun için gerçek anlamda din eğitimini aileler çocuklarına evde vermelidirler. Bu şekildeki bir eğitimle okullarda pratik imkânı bulunmayan ed Din’in öğretileri sosyal hayatta pratik edilerek öğretilme zeminine de kavuşmuş olur. Ne Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersi, ne de laik müfredatın “pozitivist” bireyler yetiştirmeyi amaçlayan diğer dersleri kişilere asla dayatılmamalıdır. Kaldı ki dini, gerçekten öğrenmek isteyen bireyler, bu eğitim sisteminin laiklik empoze eden Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersinden değil, kişinin ailesi tarafından Kur’an merkezli ve tevhid ilkesini gözeten bir metot ile öğrenebilir.
Din ve ahlak eğitimini, laik bir devletin eğitim kurumlarına bırakanlar başlarını ellerinin arasına alıp bir daha düşünmeliler. Kaldı ki bir çocuğa din ve ahlak öğretisini kazandırmak devletin değil, ailenin görevidir. Çünkü din eğitimi, çocuğun anne rahmine düşmesiyle başlar ve dört yaşına kadar pekişir. Daha sonra gelişerek pratik imkânı bulur. Bu bağlamda eğitim, bir oldubitti olmaktan ziyade vahyin yol göstermesiyle bir ömür boyu devam eden bir süreçtir.
Dinden dönme/irtidad meselesi
İslâm tarihinde irtidad eylemi yok denecek kadar azdır. Bu örneklerin birinde Hz. Peygamber, Mekke’nin fetih hazırlıklarını düşmana haber veren bir sahabeyi -Hz. Ömer’in ısrarlarına rağmen- dinden çıkmış/mürted, kabul etmemiş, münafıkları da cezalandırmamıştır. Aynı şekilde fertleri değil tipleri küfre nispet etmiştir. Bu tutum, İslâmiyet’in olaya bakışının nirengi noktasını oluşturur. Çünkü kişiyi din dışı saymanın önünde çeşitli engeller mevcuttur.
Müslümanlık açısından bireysel din değiştirme olayına müdahale edileceği savunulamaz. Çünkü ne Kur’an-ı Kerim ne de Hz. Peygamber’in pratiği buna imkân tanımaktadır. Nitekim Kur’an, dinden dönenler için sadece uhrevi bir ceza öngörmüştür. Bakara suresinin 217. ayetinin ilgili kısmı şöyledir: “…Sizden kim dininden döner ve kâfir olarak ölürse, onların yaptıkları işler dünyada da ahirette de boşa gider. Onlar cehennemliktir ve orada sürekli kalırlar.” Görüldüğü üzere mürted’e yani İslam dininden dönene uhrevi cezanın dışında dünyevi bir ceza öngörülmemiş, ayetteki “kâfir olarak ölürse” ifadesiyle de bu hususa işaret edilmiştir. İman ettikten sonra inkâr eden bir kavimin cezası, Allah’ın, meleklerin ve bütün insanlığın lânetine uğramalarıdır. Tövbe edip pişmanlık arz etmedikleri müddetçe bu lanetleri ebedidir.[11]
Nisa suresinin 137. ayetinde de şöyle buyrulmaktadır: “İman edip sonra inkâr eden, sonra inanıp tekrar inkâr eden, sonra da inkârlarında ileri gidenler var ya, Allah onları ne bağışlayacak ne de doğru yola iletecektir.” Eğer mürted için ölüm cezası söz konusu olsaydı ayet, tekrar eden iman ve küfür ihtimalinden hiç bahsetmez ilk irtidad olayından sonra ölüm hükmünü verirdi. Bu ayetlerden de anlaşılacağı üzere inancı bir irade ve imtihan konusu kabul eden Kur’an’ın buna aykırı bir beyanının bulunması ve inanç hürriyetinin bayraktarlığını yapan bir dinin bu hürriyeti kullananları ölüme mahkûm etmesi düşünülemez. İrtidad edene ölüm hükmü din hürriyeti ile bağdaşmaz. Hz. Peygamber’in bu konuda baskıcı bir tutum izlemediği de tarihen sabittir.
Hz. Peygamber inanç konusunda kimseyi zorlamadığı gibi, kendi zamanında din değiştirdiği gerekçesiyle kimseyi de öldürmemiştir. Bu konuda verilebilecek önemli bir örnek Buhari’nin Sahih’inde yer alan bir hadistir. Buna göre Hz. Peygamber, kendisine biat edip Müslüman olan, sonra da hastalığını öne sürerek bundan vazgeçip Medine’yi terk etmek isteyen bir bedevinin bu isteğini uygun bulmamış, ancak gidişine de engel olmamıştır.[12] Ayrıca Hz Osman’ın sütkardeşi Abdullah b. Sad b.Ebî Şerh örneğinde olduğu gibi Müslüman olduktan sonra vazgeçen, sonra tekrar Müslüman olan bazı kişileri de atfetmiştir.[13]
Hz Peygamber zamanında meydana gelen sınırlı sayıdaki olaylardan Nisa suresinin 105-115 ayetlerinin nüzul sebebi olan olay konuyla alakası münasebetiyle dikkat çekicidir. Rivayete göre; Medine yerlileri, Zaferoğullarından Tu’me, komşusunun zırhını çalmış ve un dağarcığına saklayarak, bir Yahudinin evine gizlemişti. Olay duyulunca ve Hz Peygambere intikal edince Tu’me inkâr ederek suçu Yahudinin üzerine atmıştır. Hâlbuki dağarcık deliktir. Bu ipucundan hareketle, delikten akan unlar, zırhın önce Tu’me’nin evine kadar geldiğini, sonra da Yahudinin evine gittiğini göstermektedir. Tu’me’yi sıkıştırırlar, Müslüman olmasına rağmen zırhı çalmadığına yemin eder. Yahudiyi sorguya çekerler, o da bunu bana Tu’me verdi der ve bazı Yahudiler de buna şahitlik ederler. Zaferoğulları, aile namusu belâsına, gelip Resûlullah’a Tu’me’yi berat ettirmesi için ısrar ederler. Hz. Peygamber de olayı derinlemesine incelemeden birazda acele bir şekilde Zaferoğulları lehinde karar vermeye eğilim gösterince, olayın aslını açıklığa kavuşturan söz konusu ayetler nazil olur. Bunun üzerine Tu’me ibn Ubeyrik; “Beni bırakıp Yahudi’yi savunan böyle bir din olmaz olsun” diyerek İslam dininden çıkıp, mürted olur; müşriklerin safına geçer. Daha sonra Mekke’de yine bir hırsızlık olayında üzerine yıkılan bir duvarın altında kalarak ölür.
İslam tarihinde ilk irtidad eden kişi olduğu kabul edilen Mukayyis b. Subâbe için Hz. Peygamber tarafından verilen ölüm emri onun din değiştirmesinden dolayı değil, yanlışlıkla kardeşini öldüren bir Müslüman’ı, diyetini aldığı halde kasten öldürmesinden dolayıdır.[14]
Hz. Muhammed 23 yıllık peygamberlik döneminde kimseye inanç dayatmadığı gibi, dinî uygulamalar konusunda da zorlayıcı olmamıştır. Çünkü böyle davranması Kur’an’ın emridir. Buna rağmen hem Kur’an’a hem de Hz. Peygamber’in sünnetine aykırı olarak, “kim dininden dönerse öldürünüz.”[15] “Namazı terk eden kâfir olur”[16] gibi pek çok rivayet Ona isnad edilebilmiş ve sonradan gelen birçok fakih bu rivayetlere dayanarak hükümler üretmişlerdir. Mürted’e verilen ölüm cezasının dayanaklarından biri sayılan, “Müslümanın kanını dökmek ancak şu üç durumda helal olur: Evlendikten sonra zina etmesi, bir kimseyi öldürmesi ve dinini terk edip cemaatten ayrılması” [17] mealindeki rivayet ise bazı uygulamalardan istidlal edilmiş bir hüküm gibi görünmektedir. Şayet bu söz Hz. Peygamber’e aitse o, kendi sağlığında irtidad edenlere niçin bu cezayı uygulamamıştır? “İrtidad eden bir kadının öldürülmesini emrettiği”[18] şeklinde Hz. Peygamber’e isnad edilen ve hadisçilerin zayıf kabul ettiği bazı rivayetler ise hem Kur’an’a hem de onun yukarıda zikrettiğimiz diğer uygulamalarına ters düşmektedir.
Mürtedin öldürülmesi gerektiği şeklinde Hz. Peygamber’e atfedilen bazı rivayetlerin meşhur hadis kitaplarında yer alması, bir kısım araştırıcıları bu uydurmalar Kur’an ve Hz Peygamberin pratiğine uymuyor deyip reddetmek yerine, uzlaşmacı bir yaklaşıma sevk etmiştir. Hâlbuki Hz. Peygamber irtidad edenlerden bir kaçının, dinden çıktıkları için değil, kamu düzenine karşı çıkarak adam öldürme, silahlı soygun vb. suçları işlediklerinden dolayı öldürülmelerini emretmiştir.
Sonuç
Din ve vicdan hürriyetiyle ilgili naslarla Hz. Peygamber döneminden itibaren İslâm dünyasında mevcut uygulamalar, ayrıca muhtelif Müslüman topluluklarında oluşan genel telakki ve anlayış topluca değerlendirildiği takdirde şu sonuca varmak mümkündür: İslâm dini samimi inanca ve Allah’a teslimiyete büyük önem vermiş, kalp ile Allah arasındaki münasebetlerde çok defa özendirici, bazen da caydırıcı nitelikte manevi müeyyidelerle insanı eğitmeyi amaçlamıştır. Ferdin dışa yönelik davranışlarında ise onun Allah’ın yeryüzündeki halifesi olma özelliğini ön planda tutarak şahsî bazı hürriyetlerini kamu yararına feda etmesini istemiş, gelişmesinin bu yolla mümkün olduğunu kabul etmiştir. İslâm’ın teoride önerdiği, pratikte eğitip yetiştirdiği insan, beşerî arzularını ilâhî buyruklarla sınırlandıran, geçici hayatın hürriyetlerini ebedî hayatının oluşmasına bağlayan insan tipidir.
Temel öğretileri ve bunları ilk olarak hayata geçiren Hz. Peygamber’in uygulamaları dikkate alındığında İslam’ın, barışı esas alan, barış ortamında yayılmayı hedefleyen ve inanç özgürlüğüne önem veren bir din olduğu görülür. İlgili ayetler tarihî ve sosyal bağlamından koparılmadan incelenir ve Hz. Peygamber’in sünneti de bu doğrultuda değerlendirilirse, din ve inanç hürriyetinin, İslam dininin mümeyyiz bir vasfı olduğu rahatlıkla söylenebilir. Çünkü özgür seçim, imtihan hikmetinin ön koşuludur. İnsanlara kâfir olma tercihini Allah vermiştir! Din de zorlama olmaz; böyle bir zorlama insanların kaliteli birer münafık olmasına sebep olur! Dinin sahibi bu noktada insanları iradeleriyle baş başa bırakmış, sadece tercihlerinin uhrevi sonuçlarını hatırlatmakla yetinmiştir. Dolayısıyla bu özgürlüğe getirilecek kısıtlamalar Din’den referans bulamazlar.
Örneğin “mürtedin öldürülmesi gerektiği” ve “İslam’ı savaş yoluyla yaymanın farz olduğu” gibi hükümler, aslında olanla olması gerekenin birbirine karıştırıldığı yanlışlardır. Dinin barış ortamında ve barışçıl yollarla yayılmasını zorla engellemenin savaş sebebi sayılabileceği, toplum huzurunu bozacak silahlı başkaldırının ölümle cezalandırılabileceği gibi öğretide yer alan hususlar, tarihsel süreçte bazı yanlış uygulamalara dayanak yapılmışsa bunun sorumluluğu Din’e yüklenemez. O yüzden İslam medeniyeti, Hz. Peygamber devrinden başlayarak, egemen olduğu her dönemde, farklı din ve kültürlere mensup halklarla barış içinde bir arada yaşamanın engin tecrübesine sahip olmuştur. Tarihte ve günümüzde böyle bir tecrübeye uzun süre tanıklık etmiş başka bir medeniyetin gösterilememesi, küreselleşen dünyada, barış içinde birlikte yaşamanın tarihsel referansının nerede aranması gerektiğinin ipuçlarını da vermektedir.[19]
Tarih boyunca Kur’an’ın Müslüman’a tanıdığı hürriyeti Müslümanlar birbirlerine tanımamışlardır. Günümüz İslam toplumlarında kendilerini İslamcılıkla görevli sayanlar, İslam’ın emirlerini yapamayan veya yapmayan ve kendileri gibi olmayan Müslümanları dinsizlikle suçluyorlar. Maddi ve manevi baskı yapıp zor kullanarak Müslümanları karşıt iki gruba ayırıyorlar. Müslümanlığın gereklerini yerine getiren ve getirmeyen her iki kesim, hem kendilerini hem başkalarını rahatsız ediyorlar. Bunda suç, İslam’ı baskı ve zorlama aracı yapan kesimindir. Hâlbuki Kur’an, başkasına dini baskı yapma hakkını Hz. Peygamber’e bile vermemiştir.
Müslümanlar! Kılıç ayeti namı ile meşhur, Bakara suresinin 191. ayetini bağlamından kopartıp yalın olarak “müşrikleri nerede bulursanız öldürün” şeklinde anlamaya devam edip, Kur’an’da dini kabul etmede ve reddetmede zorlama yoktur ilkesi ayan beyan ortada olduğu halde din kitaplarında “dinden döneni/mürtedi öldürün” fetvası durduğu müddetçe, bu mümbit topraklarda IŞİD, Taliban Bako Haram gibi örgütler çıkmaya ve kabul görmeye devam edecektir.
Boşuna bu örgütleri Batının maşası ve fitnesi gibi yaftalama kolaycılığına kaçmayalım. Bu örgütlerin ortaya çıkmasında etkili, hatta örgütleri oluşturan ve arkasındaki güç olarak Batı’nın “lâ yüs’el” olmadığını biliyoruz. Bu örgütler üzerinden süfli emellerini gerçekleştirmek istemelerinin de çok fazla önemi yoktur. Zira bu örgütler bu verimli toprakların ve coğrafyanın has evladıdır. Bu gerçeği bilip buna göre hareket etmekte fayda vardır. Kur’an mantalitesinden uzak kaleme alınan din kitaplarında anlatılan din bu yapıların zemin bulması için son derece müsaittir.
Şu günden sonra birtakım bahanelerin arkasına sığınmadan açıkça ifade etmek gerekir ki, Müslüman toplumlarının yaşadıkları şiddet ve terörün en önemli sebebi, insan hürriyetine gereken hassasiyeti göstermemeleridir. Çünkü özgürlüğün olmadığı toplumlarda sağlıklı bir İslami anlayışın gelişmesi mümkün değildir. Baskı ve yasakların nasıl bir sosyolojik sonuç ürüteceğini kestirmenin de imkânı yoktur.
Allah (cc) en doğrusunu bilir.
Selam ile.
________________________________
1- Bakınız 5/Mâide Suresi: 41. ayet.
2- 2/Bakara suresi: 256.
3- 18/ Kehf suresi: 29.
4- 10/Yunus suresi: 99.
5- Ateş Süleyman, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, 1-11, İstanbul,1988, 1/ 453-454. Ayrıca bkz. Ebu Davud, Cihad, 126, 3/132. (1-5, Çağrı Yayınları, İstanbul-1981)
6- Ateş Süleyman, Tefsir, 1/454
7- 3/Ali İmran suresi: 19.
8- Ali Bardakoğlu, DİB Ansiklopedisi ilgili madde.
9- 3/ Âl-i İmrân: 159.
10- Dr. Ahmet Bayraktar, Fıkıh Vakfı Sitesi.
11- Bakınız, Al-i İmran suresinin 86, 87, 88, 89 ve 90. ayetler.
12- Buhari, Ahkâm, Çağrı Yayınları, İstanbul, 1981, s. 45-47.
13- Taberi, Tarihu’l-Ümem ve’l-Mülûk, 1-5, (Beyrut-1407), 2/160
14- İbn Hişam, es-Sire, 3/185. Mukayyis, İslamdan ilk dönen kimsenin kendisi olduğunu bir şiirinde söylemektedir.
15- Buhari, İstitâbetü’l-mürteddîn, 2. Bu rivayetin diğer kaynakları ve problemleri için bkz. M. H. Kırbaşoğlu, “İslama Yamanan Sanal Şiddet: Recm ve İrtidat”, İslamiyat, c. Sayı: 5, 128-129, Ankara, 2002.
16- Tirmizi, İman, 9; (Çağrı Yayınları, İstanbul-1981) Nesâî, Salât, 8. (Çağrı Yayınları, İstanbul-1981).
17- Buhari, Diyat, 6.
18- Dârekutnî, Sünen, 3/118-119, 1-4, Kahire-1966
19- Dr. Ahmet Bayraktar, a. g. e.
|