İslam'ın birlik ve Bir'leme/tevhit dini olduğunu herkes bilir. Yani Müslümanlar kavga ve niza edecek şekilde ayrı gruplara, mezheplere, meşreplere ayrılamazlar. Bunun anlamı, elbette her konuda aynı fikirde olmaları demek değildir. Temel meselelerde, zarurat-ı diniyye'de yani dinin esaslarını oluşturan konularda birleşmek zorundadırlar. Ayrılan olursa, Efendimiz'in ifadesiyle, 'cehenneme ayrılmış olur'.
Ne var ki, bu temel konular kullanıma hazır bir paket halinde bulunmuyor. Her bir grup onların farklı bir ucundan tutmuş ve kendine doğru çekiyor olabilir. Herkes birleşmeyi prensip olarak kabul ediyor da, nasıl olacağı konusunda fikri ve hazırlığı yok. Bazıları da, birleşeceksek gelin bize katılın diyor. Böyle bir birleşmenin olmayacağı ortada. Çünkü, her şeyden önce yaşamakta olduğumuz cehalet, yani ulema ve mütefekkir eksikliği buna mani. Bunun bir süre daha da devam edeceği anlaşılıyor.
Peki, cemaatler ve gruplar kartopu gibi birbirlerine eklemlenerek mi birleşecekler. Bunun da imkânı yok. Tarihte de hiç olmamış. O halde birleşmeden ne anlamalıyız?
Bunu bir ayeti kerimenin ışığında anlamaya çalışabiliriz. Allah buyuruyor ki:
'Eh iman edenler, Allah'a itaat edin, Rasulüne itaat edin, sizden olan ulü'l-emre de... Bir şey hakkında nizaa düşerseniz, Allah'a ve hesap gününe imanınız varsa, onu Allah'a ve Rasulüne havale edin. Bu daha hayırlı ve doğru yorumu bulmada daha güzel bir yoldur' (4/59).
Bu ayette iki önemli noktaya işaret etmemiz gerekiyor: Birincisi, demek ki müminler arasındaki nizaı, Kur'an-ı Kerim ve onun doğru yorumu olan Sünnet dışında hiçbir beşeri düşünce sona erdiremez. İkincisi bunu sağlayacak olan da ulü'l-emrdir.
Ulü'l-emr İslam'ın temel kavramlarından biridir. Emri elinde bulunduranlar demektir. Emir de iki anlama gelir: Birincisi emretme yetkisi. Bu aynı zamanda imaret yani yönetme yetkisi demektir. İkincisi ise, iş ve durum anlamındaki emre, yani meseleleri halledebilme bilgisine sahip olmadır. O halde eksiksiz anlamda ulü'l-emr, bu iki vasfı birden kendisinde bulunduranlar, yani bilgiye sahip yöneticilerdir. Ayete göre bunların ayrıca 'sizden olmaları' şartı da vardır. Yani sizin gibi inanan ve sizin gibi yaşayan insanlar olmalıdırlar ki, itaati hak eden ulü'l-emr olabilsinler.
Ulü'l-emr ifadesinin Kur'an-ı Kerim'de çoğul olarak kullanılması İslam'da monarşiye, krallığa, saltanata yer olmadığına da işaret ediyor olabilir.
Ama esas olan bu olmakla beraber çoğu zaman bu vasıfları kendisinde toplayan ulü'l-emr bulunmayabilir. İşte o zam ulü'l-emr olma hakkı âlimlerindir. Bunun anlamı şudur: Ya Kur'an-ı Kerim'in ve Sünnet'in ittifak edilen hükümlerinde doğrudan onları hakem kabul edeceksiniz, ya da bunu başaramazsanız, meseleyi âlimlere götürüp onların dediğine uyacaksınız. Ayete göre bu Allah'ın bir emridir ve Müslümanların bunu uygulama zorunluluğu vardır.
Ama o zaman da karşımıza başka bir problem çıkabilir: Herkes kendi âlimlerinden başka âlim tanımayabilir. Bu durumda yapılması gereken şey ise bir üst âlimler kurulu oluşturmaktır. İslam'ın genel çerçevesinden çıkmamış bütün cemaatlerin ve grupların kendi aralarından seçecekleri eşit sayılardaki âlimleri belli aralıklarla bir araya gelecek ve Müslümanlar arasında nizaa ve farklılaşmaya sebep olan meseleleri tartışıp karara bağlayacaklardır. Burada da âlimlerin ittifak edememe ihtimali bulunabilir. O zaman da yapılacak iş, çoğunluğun dediğinin uygulanması olacaktır. Kendi görüşlerinin haklı olma ihtimaline rağmen azınlık, haklarından feragat etmek zorundadır. Tıpkı Hz. Hasan'ın yaptığı gibi. Hilafet hakkı kendisinin olmakla beraber ümmetin maslahatı için bu haktan vazgeçmiş ve nizaı, bir süreliğine de olsa önlemişti.
Böyle bir oluşuma gitmek hiç de zor değildir. Hemen yarın başlanabilir. Tek engeli, enaniyet, kibir, şeytan ve nefis işbirliğidir. Bunun aşılması halinde çok güzel semereleri olabilir.
Anlaşılan cemaat kavramı üzerinde de durmamız gerekecek.
|