Bugün dünyada 1 milyarı aşkın insan açlıkla etkilemektedir. Aslında temel sorun, dünyada yeterince gıda üretimi yapılmaması değildir. Sorunun merkezinde küresel eşitsizlik ve paylaşım adaletsizliği yatmaktadır. Yani bir anlamda sorunun özü ekonomik değil, siyasi ve hatta ahlakidir. Zengin insanların ekmeğini ve parasını fakir halklarla paylaşmada gösterdiği duyarsızlıktır. Nitekim fakir halkların açlık sorunun çözümü için ihtiyaç duyulan parayı toplayamayan dünya devletleri, her yıl 1,5 trilyon doları savaşa hazırlık için harcıyor. Oysa bu miktarın çok küçük bir kısmıyla Dünya’nın tüm açları doyurulabilir.
BM toplantılarında konu defalarca tartışılmasına ve G-8 ülkelerince açlıkla mücadele konusunda çeşitli vaatlerde bulunulmasına rağmen verilen sözler çoğu zaman kâğıt üzerinde kalıyor. Gıda krizi ve küresel mali kriz, zaten kuraklık, çevre kirliliği veya fakirlikten dolayı kötü şartlarda yaşayan insanların durumunu daha da kötüleştiriyor. BM’nin düzenlenen milenyum zirvesinde alınan kararlara göre kronik açlık şartlarında yaşayan insanların sayısının 2020 yılına kadar yarı yarıya azaltılması öngörülüyordu.
Ancak küresel gıda krizi, gerekse içinden geçmekte olduğumuz küresel ekonomik kriz bu amaca ulaşmayı giderek zorlaştırıyor. Son yıllarda açlık ve fakirliğin artışındaki sebeplerden biri de yükselen gıda fiyatlarıdır. Ne yazık ki, gıda fiyatları uluslararası piyasalarda son yıllarda inanılmaz artışlar gösterdi. İnsanların temel besin maddesini oluşturan buğday, pirinç, mısır gibi tahıl ürünlerinin fiyatları kısa sürede yüzde 200-300 artış gösterdi. Afrika ülkelerinde halkın gıda fiyatlarındaki artışa isyan etmesi, bu ülke hükümetlerini siyasi olarak zor durumda bıraktı.
Gıda tüketiminin çok büyük çoğunluğunu ithalat yoluyla karşılayan bazı petrol zengini Körfez ülkelerinin gıda faturası ikiye katladı. Bu ülke hükümetleri zor durumda kaldı. Mısır gibi daha fakir Arap ülkelerinde ise ekmek karneyle satılmaya başladı. Bölgemizdeki yarım asırlık otoriter Arap rejimlerinin görece bu kadar kolay yıkılmalarının arkasında, halklarına gıda güvenliği sağlamada yetersiz kalmaları yatıyor. Bizlerin yalnızca tarih kitaplarından okuduğu kuraklık ve gıda kıtlığının insanlar arasında çatışma, göç ve isyanlara neden olduğuna ilişkin hikâyelerin canlı örneklerine yeniden şahit oluyoruz. “yeşil devrim” olarak adlandırılan tarımsal üretimdeki artışın yarattığı iyimserlik kayboldu.
Bilim adamları önümüzdeki yıllarda nüfus artışının yaratacağı baskılar, iklim şartlarındaki değişmeler ve kötüleşen çevresel şartlar nedeniyle insanlığın küresel gıda krizini kolayca aşamayacağı kanaatindeler. Özetle, artık güvenlik denince yalnızca ülkelerin ulusal sınırlarının güvenliği anlaşılmıyor. Güvenlik anlayışı hem bireyin tehditlere karşı korunmasını hem de yarınına güvenle bakmasını engelleyen gelecek endişelerinden kurtarılmasını içerir. Açlık, fakirlik ve siyasi baskı gibi insanı endişeye sevk eden faktörler, insanın maddi ve manevi varlığı için yapısal şiddet öğelerini oluşturur. Bu nedenle devletlerin görevi kendi vatandaşını hem doğrudan tehditlere karşı korumaktır, |