Gelenek; bir toplumda, bir toplulukta çok eskilerden kalmış olmaları dolayısıyla saygın tutulup kuşaktan kuşağa iletilen, yaptırım gücü olan kültürel kalıntılar, alışkanlıklar, bilgi, töre ve davranışlardır.
Gelenek kavramına sosyal bilimlerin farklı alt disiplinlerinin yaklaşımları ile geleneksel toplumların yükledikleri anlamlar arasında hem benzerlikler hem de farklılıklar bulunur. Sosyal bilimler geleneğe toplumların yaşadıkları coğrafya, iklim gibi dışsal koşullara uyum sağlamak amacıyla türetilmiş, beşeri kaynaklı inşalar, icatlar olarak bakarken geleneksel toplumlar kendi geleneklerinin kaynağını mitsel atalar, kahramanlar ve tanrı gibi kutsal da görürler.
Geleneğin kutsallaştırılması, din haline getirilmesi, öncelikle onun doğru olarak anlaşılmasını engellemektedir. Gelenek, doğrudan, insanların neye, nasıl inanacaklarını, neye nasıl değer vereceklerini, kısaca, birey ve toplum olarak insanın geleceğini belirlemeye başlamaktadır. Kur’an, geleneğin böyle bir nitelik kazanmasına “ataların dini zihniyeti” adını vermekte ve şiddetle eleştirmektedir. Allah şöyle buyurmaktadır “Onlara ‘Allah’ın indirdiğine ve Allah’ın elçisine gelin!’ dendiği zaman ‘Atalarımızı üzerinde bulduğumuz yol bize yeter’ derler. Ya ataları bir şey bilmeyen ve doğru yolda olmayan kimseler idiyseler! Ey inananlar! Siz kendinize bakın. Siz doğru yolda olduktan sonra, (yoldan) sapanın size bir zararı dokunmaz. Hepinizin dönüşü Allah’adır, O yapmakta olduklarınızı size bildirecektir” (5/104-105).
Gelenek kavramı, aslında bir olguyu ifade etmekten ziyade bir kurguyu ifade etmektedir. Gelenek bir gerçeklik değil, zihnimizde var olan bir kurgudur. Zihinlerimizde bir kurgu olmasına rağmen gelenek, insan üzerinde çok etkili bir yaptırımdır. Gelenek deyince aklın ve bilginin bir tarafa itildiğini ve konduğunu, gelenek denilen kurgunun bütün sorunları çözen bilgi hazinesi olduğuna dair bir yanılsama bütün hayatımızı esir almıştır.
Müslümanlar tarihin son yüzyıllarını, geleneğin ve gelenekçi unsurların otoriter-baskıcı iktidarlarına maruz kalarak geçirdi. Gelenek, insani birikimi ve deneyimi ifade etmesi açısından değerli ve önemli bir kavramdır. Gelenek kavramının, insana ve doğaya dair her şeyi kuşatan kutsal ve nihai gerçeklikler olarak sanılması, insanın ve hayatın iptali ve inkârı anlamına gelmektedir. Hiçbir gelenek, insanı ve doğayı kapsayacak kadar mutlak bir gerçeklik düzeyine yükseltilmemelidir.
Zaman ve mekân üstü hiçbir gelenek yoktur. Bütün gelenekler, içinde bulundukları zamanla ve mekânla sınırlıdırlar. Bir geleneğin zaman ve mekân üstü olduğunu sanmak, geleneği kutsallaştırmak anlamına gelmektedir. Bugün de, toplumlarımızda, geleneğin ve gelenekçi kadroların ufuksuz iktidarları belirleyiciliğini sürdürüyor. Gelenek algısı, İslam toplumlarında yaşanan derin sorunları görmeyi imkânsızlaştırıyor. Müslümanlar entelektüel içerik üretiminin dondurulmasıyla birlikte gelenek kurumsallaştırıldı ve toplumsallaştırıldı. Gelenek adına düşüncesizliğin meşrulaştırılmasıyla birlikte, müslümanlar tarihin nesnesi olmuştur.
Gelenek, bilginin kaynağı ve deposu değildir. Kutsallaştırılan gelenekler, insanın varoluşunu, değerini, aklını, bilgisini, ilgilerini, kısacası hayata dair her şeyi ortadan kaldırmaktadır. Gelenek, tamamen insan bilgisinin, emeğinin ve düşüncelerinin ürünüdür. Gelenek, belirli dönem ve zaman içinde yaşanılanlardır, birikimlerdir, kaynaklardır ve kalıplardır. Eski yorumların dokunulmazlığı sebebiyle, geleneksel yorumun otoritesi tartışma konusu yapılamıyor. Geleneğin kutsallaştırılması, entelektüel çabayı, üretkenliği, mücadeleyi, bağımsızlığı, özgün ve özgür düşünceyi, bağımsız yorumu, küresel ufuk ve etki üretimini lüzumsuz ve sapık bir çaba olarak görüyor.
Bütün gelenekleri, kaynaklarıyla, kurgularıyla, kişileriyle ve kalıplarıyla ait oldukları zamana ve mekâna göre değerlendirip seçici bir akılla almak, en sağlıklı insani tutumdur.
Gelenek, insanı doğru yola götüren bir yol değildir. Yürüyormuş gibi yapıp yerinde saymaktır. İnsan, sürekli olarak içinde bulunduğu zaman ve mekân şartları içinde kendisine uygun yaşam stilini ve yolunu oluşturmak zorundadır. Müslüman halkların, zihin dünyaları etrafında, gelenekçiliğin ve sömürgeciliğin ördüğü duvarlar aşılamadığı için, müslümanlarda konformizm, zihinsel özgürlüğe geçit vermiyor.
Geleneğe kendini hapseden insan, aslında insani varoluşunu yozlaştırmakta ve çürütmektedir. Hakikat diye geleneğe yapışmak ve mahkûm olmak, bir çöküştür. Geleneğin kutsallaştırıldığı toplumlarda, büyük gerçekler, büyük varoluşsal meseleler ve yapısal sorunlar hiçbir şekilde konuşulamaz.
Kutsallaştırılmış gelenek içinde kalarak, insanının varlığını ve değerlerini geleceğe taşıması mümkün değildir. İnsan, geleneği aşarak ve onun dışına ve ötesine çıkmaya uğraştıkça kendini geliştirebilir. Geleneğin mutlak kutsal otorite olduğu yanılsamasından hareket ederek kişinin gelenek görülen bütün kurgulara itaat etmesi ve taklit etmesi, insanın zihinsel melekesini kaybetmesidir.
Tarihte insan eli değmemiş, değiştirilmemiş, denenmemiş hiçbir doktrin, kaynak, kalıp ve kurum yoktur. İnsan, sürekli olarak gelenek olarak kendisine aktarılan ve sunulan bütün kurumlara, kaynaklara, kalıplara ve kişilere dokunmuş, değiştirmiş ve dizayn etmiştir. Her yeni durum, aslında daha önce olana dokunmayı ve değiştirmeyi ifade etmektedir. Değiştirilmeden ve dokunulmadan, aktarılan hiçbir gelenek yoktur. Geleneği canlı kılan, insanın elleriyle geleneğe dokunması ve onu değiştirmesidir. Tarih, bütün kaynakların, kurumların ve kalıpların sürekli olarak insan eliyle yapıldığını ve değiştirildiğinin hikâyelerinden oluşmaktadır.
Geleneğin kutsallaştırılması ve mutlaklaştırılması, insanı, toplumu zayıflatıyor ve çürütüyor. İslam toplumlarında, gelenekçi unsurların ve iktidarların temsil ettikleri dindarlık biçimlerinin, İslam olarak yorumlanması, değerlendirilmesi çok büyük ve çok çarpık yanlış bilinç konusudur. İnsan, kuşatıldığı geleneği aştıkça ve kendisi için yeni hayat tarzları oluşturdukça ihtişamını arttırıyor. İnsani oluşu gerçekleştirmenin yolu, akıldan ve yaratıcılıktan geçmektedir. Kişi, aklını ve yaratıcılığını kullanabildiği sürece insan olabilir ve insan kalabilir. Geçmişi tekrar eden gelenekler, kültür üretemedikleri, kültür üretebilecek kadrolara sahip olamadıkları için, her zaman kültür üreten emperyalist unsurlar tarafından dönüştürülüyor.
Bir başka ifadeyle, gelenek din haline geldiği zaman, din etkisiz hale gelmeye başlar. Kur’an, geçmişten bize iletilenlerin sorgusuz sualsiz benimsenmesini eleştirmektedir. Kur’an’a göre, bir şeyin geçmişte pek çok kimse tarafından benimsenmesi onun doğruluğunun delili olamaz. Geçmişten bize intikal eden her şeyin mutlaka eleştiri süzgecinden geçirilmesi gerekir. Bu hususla ilgili olarak Hz. İbrahim ile ataları arasında geçen şu diyalog dikkat çekicidir: “İbrahim, babasına ve milletine ‘nelere tapıyorsunuz’ diye sormuştu. ‘Putlara tapıyoruz, onlara bağlanıp duruyoruz’ demişlerdi. İbrahim, ‘çağırdığınız zaman sizi duyarlar veya size bir fayda ve zarar verirler mi’ demişti. ‘Hayır ama, babalarımızı da bu şekilde ibadet ederken bulduk’ demişlerdi. İbrahim, ‘eski atalarınızın ve sizin nelere taptıklarınızı görüyor musunuz Doğrusu onlar benim düşmanımdır. Dostum ancak alemlerin Rabbidir. Beni yaratan da, doğru yola eriştiren de O’dur. Hasta olduğumda bana O şifa verir. Beni öldürecek, sonra da diriltecek O’dur. Ahiret gününde yanılmalarımı bana bağışlamasını umduğum O’dur. Rabbim bana hikmet ver ve beni iyilerin arasına kat”. (Şuara/70-83).
|